2023 Oscar’ları yaklaşırken, ilk açıklanan adaylar arasında yer alan ‘Uluslararası Film’ kategorisinin kısa listesine alınan filmlerde günümüz dünyasının zengin bir panoramasını bulmak mümkün.

Oscar’da dünya sineması
Fotoğraf: IMDb

Oscar yarışının En İyi Film dalından çok ‘Uluslararası Film’ Oscar’ı için yarışan filmler daha çok ilgimi çekmiştir her zaman. Çünkü, Amerikan Sinematografik Sanatlar ve Bilimler Akademisi üyelerinin oylarıyla belirlenen ödüller çoğu kez ‘pazar’ın, yani sinema sektörünün bakışı/çıkarı doğrultusunda belirlenir. Bu genellemenin dışında kalan, yaratıcı sinema örneklerinin ödüllendirildiği yıllar da olmuştur elbet, ama bana göre çoğunlukla en önemli yapımlar, ‘En İyi Film’ dalında değil, ‘Uluslararası Film’, eski adıyla ‘En İyi Yabancı Dilde Film’ kategorisinden çıkmıştır. Geçen yılın ödülleri “CODA” ile “Drive My Car” karşılaştırıldığında, ne kastettiğim daha iyi anlaşılacaktır.

1947-55 arasında yabancı dildeki filmlere ‘Özel Onur Ödülü’ verilse de, ilk kez 1956 yılında 29. Akademi (Oscar) ödülleri çerçevesinde verilen ‘En İyi Yabancı Dilde Film Oscar’ını, ilk iki yılında “Sonsuz Sokaklar” ve “Cabiria Geceleri” filmleri ile Federico Fellini (yaşamı boyunca dört kez) kazanmış, sonraki yıllarda Jacques Tati, Ingmar Bergman (üç kez), Vittoiro de Sica, Jiri Menzel, Luis Bunuel, François Truffaut, Akiara Kurosawa, Andrzej Wajda, Michael Haneke, Pedro Almodovar, Asgar Farhadi, Ang Lee, Giuseppe Tornatore, Alfonso Cuaron gibi yaratıcı sinemanın (auteur sineması) büyük ustaları bu ödülün sahibi olmuştur.

Bu ödülün adının ‘yabancı’ dildeki filmler gibi ötekileştirici bir ifadeden ‘Uluslararası Film’e dönüşmesi kuşkusuz olumlu. Bu kararda, Akademi üyeliğine seçilen farklı ülkelerden sinemacıların sayısının giderek artması ile doğru orantılı olduğunu düşünüyorum. Yabancı film Oscar’larına Türkiye’nin katılması için 1990 yılını beklemememiz gerekti. O yıl, ilk kez Kültür Bakanlığımız “Uçurtmayı Vurmasınlar”ı aday göstermiş ve Tunç Başaran ile birlikte lobi çalışmaları için kısa bir süreliğine Los Angeles’a gitmiştik. Film, o yıl Akademi üyelerinin beğenisini kazandı ama oylamada ilk beşe giremedi (kıl payıyla kaçırdığını söyledi sonradan konuştuğum üyeler), o zamanlar şimdiki gibi liste önce 15’e, sonra 5’e indirilmiyor, doğrudan beş aday seçiliyordu.

Bu daldaki ödülü, filmin yönetmeni alıyor, ama ülkenin resmi katılımı olduğu için aslında ülkeye verilmiş oluyor. Hatta, 2014 yılına kadar yalnızca ülke adı yazılıyordu ödül heykelciğinin üzerinde. O tarihten sonra yönetmen adı da eklendi. Türkiye’nin adı anılmasa da, İsviçreli yönetmen Xavier Koller’in “Umuda Yolculuk” filminin zaferi, ülkemizde çekilmiş olması ve başrollerdeki Necmettin Çobanoğlu ve Nur Sürer’in başarılı yorumuyla ülkemiz adına olumlu bir puandı.

Ülkemizin politik atmosferinin bu alana yansıması kaçınılmazdı. İki kez Nuri Bilge Ceylan’la temsil edilmemiz olumluydu, ama pek çok yıl, Türkiye’nin adayının belirlenmesinde siyasetin doğrudan olmasa da dolaylı müdahalesine tanık olduk. Dolaylı diyorum, çünkü adayın belirlenmesi, Kültür (ve Turizm) Bakanlığı’nın sektör temsilcilerinden oluşturduğu bir kurul eliyle oluyor. Dolayısıyla, sansür görevi sektörün kendisine verilmiş oluyor. Bazı yıllarda, siyasi iktidara yakınlığıyla bilinen yönetmenlerin filmlerinin seçildiğini, hak eden filmlerin göz ardı edildiğini gördüğümüzde şaşırmadık.

Bu yıl, iyi bir adayla temsil edildik neyse ki. Tayfun Pirselimoğlu’nun “Kerr” filminin aday gösterilmesi ülkemiz adına sevindirici bir gelişmeydi. Ama, yine de Emin Alper’in “Kurak Günler”i gönderilseydi, daha şanslı olabilir miydik acaba diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Çünkü, yeterince tanınmayan sinemalardan gelen adaylar arasında ülkelerinin politik sorunlarına eğilen filmler her zaman öne çıkmıştır. Yıllar içinde, ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ ödülünü kazanan filmler arasında politik temaları işleyen filmlerin sayısı epeyce fazla. Jan Kadar’ın “Ana Caddedeki Dükkan”, Costa Gavras’ın “Ölümsüz” (Z), Volker Schlöndorff’un “Teneke Trampet”, Istvan Szabo’nun “Mefisto”, Luis Penzo’nun “Resmi Tarih”, Nikita Nikhalkov’un “Güneş Yanığı”, Danis Tanovic’in ”Tarafsız Bölge”, Susanne Bier’in “Daha İyi Bir Dünyada”, Florian Henckel von Donnersmarck’ın “Başkalarının Hayatı”, Laszlo Nemes’in “Saul’un Oğlu” v.b.

2023 OSCAR ADAYLARI

Hafta içinde açıklanan 2023 Oscar’ları En İyi Uluslararası Film adayları arasında da politik temaları işleyen filmler neredeyse listenin dörtte üçünü oluşturuyor. 15 filmin yer aldığı listedeki filmlerden 10’unu izleyebildim şimdiye kadar. İzlediklerimin tümü de nitelikli yapımlar ve dünyanın hal-i pür mealini göz önüne seren öyküler anlatıyor.

Kamboçya filmi “Seul’e Dönüş veya Asla Olmayacağım Tüm İnsanlar”, Fas filmi “Mavi Kaftan”, Hindistan filmi “Son Film Gösterisi”, Pakistan filmi “Joyland”ı da izledikten sonra daha kesin bir şey söyleyebilirim, ama Fransa’nın adayı, ülkesindeki ırkçılığa ışık tutan “Aziz Ömer” oldukça şanslı bir aday gibi duruyor. İzlediklerin arasında beğendiklerin hangisi derseniz, hepsinin de iyi filmler olduğunu söyleyebilirim. Öyle ki ilk beşe hangilerinin kalacağını tahmin etmek çok zor.

Avusturya’nın efsanevi imparatoriçesi, “Sisi” adlı filme konu olmuş Elizabeth’in çileli yaşamı bu kez bir kadın yönetmen Marie Kreutzer tarafından yorumlanmış. Son derece başarılı bir sinema diliyle anlatılan filmin başrolünde olağanüstü bir oyuncu, Vicky Krieps var. Erkek egemen dünyanın kurallarına başkaldıran bir kadının öyküsü olarak alabildiğine politik bir film ve hiç kuşkusuz yılın en önemli filmlerinden biri. Colm Bairéad’ın yönettiği İrlanda yapımı ”Sessiz Kız” ise, 80’li yılların İrlanda’sında yoksul ve ilgisiz ailesi ile bir süre yanlarında yaşadığı sevgi dolu ailesi arasında kalan bir genç kızın dramını yalın bir dille sergiliyor. Belçika filmi “Yakın” (Close), eşcinsellik yakıştırması ile ötekileştirilen bir gencin yakın arkadaşı ile kurduğu dostluğu etkileyici bir sinema diliyle anlatıyor. Yönetmen Lukas Dhont Cannes’da Altın Palmiye’nin ardından gelen Büyük ödülü kucaklamış, ardından pek çok festivalde ödüllendirilmişti. Güney Koreli Park Chan-wook’un “Ayrılma Kararı” kara film türünün klasikleri arasına girmeyi hak eden bir yapım. Polonyalı yönetmen Jerzy Skolimowski’nin yönettiği İtalyan yapımı “Eo”, insan zulmüne başkaldıran bir eşeğin müthiş öyküsü…

Almanya’nın adayı Edward Berger’in “Batı Cephesinde Yeni Bir şey Yok”u, kaynaklandığı hümanist ve barışçı romana yakışan bir duyarlık ve ustalık taşıyor. Oyuncuların ve görüntülerin de yönetmenin başarısındaki payı büyük. Adaylar arasında en politik olanlar ise, Latin Amerika ve Kuzey Avrupa ülkelerinden. Santiago Mitre “Arjantin, 1985”te, cunta döneminin faili meçhul cinayet davalarının üstünün örtüldüğü, sorumlulara dokunulmadığı bir ülkede namuslu ve cesur bir avukatın verdiği mücadeleyi konu alıyor. İsveç’in adayı, festivallerimizde “Cennetten Gelen Çocuk” adlı özgün adıyla gösterilen, Amerika’da ise “Kahire Suikasti” adı verilen Mısır asıllı İsveçli yönetmen Tarık Saleh filmi ile Danimarka’nın adayı, İran asıllı yönetmen Ali Abbasi‘nin “Kutsal Örümcek”i siyasi İslam’ın bireyin dünyası üzerindeki yıkıcı etkisini konu alan, neredeyse birbirini tamamlayan yapımlar. Elbette, bir ölçüde Batı’nın İslam’a bakışından maluller, ama iki yönetmenin de bunu aşmaya çalıştığını kaba genellemelerden kaçındığını söylemeliyim.

Bütün bu yapımlar içinde favorim, eleştirmenleri ikiye bölen bir yapım olan (filmi savunanların yanında olduğumu söylemeliyim) Meksikalı usta Alejandro Gonzalez Inarritu’nun “Bardo, Bir Avuç Doğrunun Yalan Yanlış Güncesi”. Kişisel olanla toplumsal ve tarihsel olanın iç içe anlatıldığı epik bir film bu. Mizahtan ve fanteziden bolca yararlanan otobiyografik bir başyapıt. Üzerinde tekrar durmak vaadiyle… İyi seyirler diliyorum.