Osmanlı tarihi, onu Kara Murat filmlerinden ya da Kadir Mısıroğlu gibi meczuplardan öğrenenler ya da aşağı yukarı bu düzeyde öğretenler için, padişahların, savaşların, fetihlerin, mehteri vermenin tarihidir. Bu sözde Osmanlıcılar, Osmanlı ekonomik sisteminin, sosyolojisinin, kültürünün cahilidirler. Yenilgileri, isyanları, vergi yükü altında ezilen köylüleri, tımarı, iltizam sistemini, iktidar mücadelelerini, saray entrikalarını bilmezler ya da bilmezden gelirler. 18. Yüzyıl itibariyle başlayan modernleşme çabalarından, sekülerleşme/laikleşme girişimlerinden, modernleşmeci padişahlardan, devlet adamlarından, paşalardan bihaberdirler ya da bihabermiş gibi yaparlar. Bütün milliyetçi-dindar ideolojilerin tarih anlatılarının olduğu gibi Türk sağının da Osmanlı anlatısı baştan sona hayalidir ve baştan sona bir fanteziden ibarettir.

Bu fantezi, Cumhuriyeti ve uygulamalarını bütün kötülüklerin anası ilan ettiği için, 1923’ün Osmanlı’daki kökenlerini, Türkiye modernleşme ve laikleşme sürecinin Osmanlı’yla olan süreklilik ilişkisini görmezden gelir. Misal, ikide bir Atatürk’ü değil Osmanlı’yı övmek için Atatürk’ün bir Osmanlı paşası olduğunu söyler de, Atatürk ve etrafındakilerin fikirlerinin Osmanlı’nın son yüz elli yılındaki gelişmelerle bağlantısına dair tek kelime etmez. Tanzimat’ın, I. ve II. Meşrutiyetlerin, Jön Türklerin, Namık Kemal’lerin, Mithat Paşa’ların olmadığı bir “yokluklar tarihi”dir karşımızdaki yani.

Oysa 3. Selim’in tahta çıktığı 1789’dan cumhuriyetin ilan edildiği 1923’e uzanan doğrusal bir bağlantı, bir süreklilik ilişkisi vardır. Selim 1807’de gerici ulema-yeniçeri ittifakı tarafından tahttan indirildiği için iktidarı uzun ömürlü olmamışsa da, orduyu yenilemek için başlattığı Nizam-ı Cedit süreciyle ilk reformcu/modernleşmeci padişah olmuştur. Merkezi devletin gücünü Batıdaki mutlakıyetçi krallıklar benzeri bir şekilde artırmak, yeni bir ordu kurmak, düzenli bir vergi sistemi oluşturmak için ilk uygulamalar Selim zamanında başlatılmıştır.

Selim’in kısa ömrüne sığdıramadıklarının önemlice bir bölümünü hayata geçirmek ise “gâvur padişah” diye de anılan II. Mahmut’a kısmet olmuştur. Modern bir ordu kurulmasının önündeki en büyük engel olarak görülen ve giderek “devlet içinde devlet” görünümüne kavuşan Yeniçerilik Mahmut döneminde tasfiye edilmiş, ordu dışındaki alanlardaki gerçek anlamdaki modernleşme adımları da ilk kez onun döneminde atılmıştır.

Modern bir bürokrasi yaratmak için devlet çalışanlarının bahşiş usulüyle değil düzenli bir maaşla çalışmaları ve mallarının müsadere edilememesi uygulamaları bu döneme aittir. Nazırlıklar, yani bakanlıklar bu dönemde kurulmaya başlanmış, dâhiliye ve hariciye nazırlıkları bunun ilk örnekleri olmuştur. İlk kez bu dönemde yasama faaliyeti ile uğraşmaları için danışma meclisleri kurulmuş, yani “anayasalı bir devlet”le sonuçlanacak adımlar bu dönemde atılmıştır. Eğitimdeki sekülerleşmenin/laikleşmenin başlangıcı da yine aynı zamanlara tekabül etmektedir. 1827’de askeri tıp okulu, 1831’de askeri müzik okulu, 1834’de harp okulu açılmış, 1827’de ilk kez Avrupa’ya okumaya öğrenciler gönderilmiş, 1833’te yabancı dil bilen bürokrat ve öğrenciler yetiştirmesi için “Tercüme Odası” kurulmuştur.

Tanzimat dönemi modernleşme-sekülerleşme-laikleşme sürecinin zirve noktalarından biri olarak görülebilir.

1843’te Müslümanlarla gayrimüslimlerin eşitliğini tanıyan yeni bir ceza yasası çıkarılmıştır. 1844’de şeriatın dinden çıkanlara yönelik ölüm cezası uygulamasına son verilmiştir. Kapitalistleşme ve dünya ekonomisiyle entegrasyona paralel olarak 1850’de ticaret yasası, 1863’te deniz ticaret yasası ve 1867’de yabancıların toprak sahibi olmalarına izin veren toprak yasası çıkarılmıştır. 1869’da ise gayrimüslimlerin davasına bakacak laik mahkemeler açılmıştır. Aynı dönem Fransız eğitim sistemi Osmanlı’ya uygulanmaya çalışılmış, rüştiye, idadi ve sultaniler, yani ilk ve orta öğretim kurumları açılmış, Darüşşafaka ve Galatasaray Liseleri ile Mekteb-i Mülkiye kurulmuştur.

1908 devrimi sonrası sekülerleşme/laikleşme iyiden iyiye ivme kazanmıştır. Örneğin, 1913’te ilköğretim kız çocukları için zorunlu hale getirilmiş, 1914’ten itibaren Darülfünun’da, yani üniversitede kadın öğrenciler için de dersler açılmaya başlanmıştır. 1917’de çıkarılan aile yasası ile evlenecek kadınlar için yaş sınırı 16 olarak belirlenmiş, evliliklerin ancak hâkim karşısında sonlanabileceği kararlaştırılmıştır. Yine bu dönemde, 1916 yılında şeyhülislam kabineden çıkarılmış ve sonrasında yetkileri büyük ölçüde kısılmıştır. 1917’de ise şeriye mahkemeleri Adliye Nezareti’ne, medreseler ise müfredatları modernize edilerek Maarif Nezareti’ne bağlanmış, vakıfları yönetmek için ise Evkaf Nezareti kurulmuştur.

Toplumun Osmanlı masallarıyla uyutulduğu, at sırtında sefere çıkma hayallerinin görüldüğü, yeni Diyanet İşleri Başkanı’nın daha ilk konuşmasında sekülarizme, laikliğe saldırdığı, müfredattan evrimin çıkarılıp yerine cihadın konduğu, müftü nikahı ile medeni kanunun hükümsüzleştirildiği, siyasetin anayasasız-parlamentosuz-hukuksuz dönemlere, saray siyasetine döndürülmek istendiği, dinin yeniden egemenliğin kaynağı haline getirilmeye çalışıldığı günümüz Türkiye’sinde, laikliği, modernleşme tarihimizi ve Cumhuriyet’in kazanımlarını savunmak da onları ileri taşıma iradesi de solun tartışılmaz ve kaçamayacağı görevi artık.

Yoksulluğun cehaletle, cehaletin yoksullukla idare edilmesine karşı, hem yoksulluğu hem cehaleti bitirme iradesiyle hem sömürü düzenini hem gericiliği karşısına alan, bağımsız, sol bir siyasetin zemini, tarihsel olarak da güncel olarak da bu topraklarda vardır. Ayaklarımı basacağımız, basmamız gereken zemin işte tam olarak orasıdır.