E Eski Osmanlının -ve bugünlerde Suriye’de toprağa gömülen- Neo-Osmanlı’nın hayranları sürekli şu tarih tezini tekrar ederler: Osmanlı dönemi bir “altın çağ” idi, inançlar, dinler, mezhepler, tarikatlar, cemaatler, etnik topluluklar ve hatta uluslar “barış içinde yaşar”dı, “herkes eşit”ti. Bu iki yalancılar korosunun, büyük yalanlarından başta geleni hiç kuşkusuz, halkların ve azınlıkların eşit ve özgür olduğu, kendi bölgelerinde kendilerini yönettikleri ve “bir tür özerkliğe sahip oldukları”, yönündeki hayali propagandadır.

Özerklik, -eskilerde kimi yetki ve imkânlara sahip yönetimler hakkında kullanılsa da- hiç kuşkusuz kapitalizm ve uluslaşma çağının bir kategorisidir. Dolayısıyla Osmanlı’da özerklik dediğimiz yerde, 19. yüzyıl Osmanlı’sını ve bu dönem yaşananları anlamak gerekir.

Daha önce yazdığımız özerklik yazılarında, Selçuklu döneminde “İslam kardeşliği” temelli ve Hıristiyan gruplara karşı ilk Türk-Kürt ittifakının yaşandığını, 1514 Yavuz ve İdris-i Bitlisi anlaşmasıyla ise Osmanlı’nın Kürt beylerine bazı yetkiler tanıdığını, bunun karşılığında özellikle İran’a karşı doğu sınırlarını güvenceye almaya çalıştığını belirtmiştik. Her iki ittifakın, özerklik benzeyen kimi hak ve yetkileri içerse de, bugünkü anlamıyla bir özerklik olmadığı açıktır.

10. ve 16. yüzyıllardaki bu sınırlı ve konjonktürel deneyimler bir yana bırakılırsa Osmanlı’nın son yüzyılına geldiğimizde özellikle Balkanlar’da ve Arap bölgelerinde, Kürdistan’da önemli kalkışmalar yaşandı. Osmanlı çok kısa sürede küçüldü, 20. yüzyıl başında tarihe karıştı. Kuşkusuz ki tarihte Osmanlı’ya karşı pek çok ayaklanma gerçekleşmişti, Osmanlı pek çoğuyla da baş etmişti. Ancak 19. yüzyılda yoğunlaşan direniş bambaşkaydı, kapitalizm kaynaklı uluslaşma olgusu, Avrupa ve Arabistan halkları içinde köklü, radikal ve kararlı bir mücadeleye yol açtı. İmparatorluk önce Osmanlılık, sonra İslamlık eksenli bir ideoloji ve politika izlediyse de kaçınılmaz sondan kurtulamadı. Tanzimat fermanı, onun Hıristiyan halklar için getirdiği eşit haklar, ulusçuluğu besleyip büyütmekten başka bir sonuca yol açmadı. Osmanlı’nın dağılmasının hikâyesi kısaca budur.

Yunan ulusçuluğu Fransız devriminden etkilenmişti ve Avrupa’nın desteğiyle kısa sürede başarıya ulaştı. Yunanlıları Bulgarlar, öteki Balkan halkları ve en son Arnavutlar izlediler. Osmanlı, özellikle Bulgaristan’ın ayrılmasını engellemek için bir Anayasa bile yaptı. 1867 tarihli bu anayasa, Osmanlı tarihindeki ilk Anayasa’dır da. Ancak Tanzimat fermanı ile Bulgarlar da kültürel alanda büyük yol aldılar, “özerkliği” ilk olarak kültürel sahada kazandılar. Tanzimatçı yeniliklerin canlı örneği Bulgar gazetesi Duna-Tuna idi. İmparatorluğu bir arada tutmak için yapılan tüm reformlar, aslında tezat olarak İmparatorluğun dağılmasını hızlandırmaktan başka bir sonuca yol açmadı. Balkan ulusçuluğu ileride yükselecek Türk milliyetçiliğine de esin kaynağı oldu.

Tanzimat, Osmanlının Müslüman olmayan, Türk olmayan halklarına kâğıt üstünde ve bireysel olarak eşit haklar garantisi içeriyordu. Hiç kuşkusuz bu “eşitlik”, dinsel ve etnik “grup haklarını” kapsamıyordu. Angarya ve işkence, çileli vergiler lafızda yasaklansa da uygulamada pek öyle olmuyor, toplumsal haklar reddediliyor, mesela halkların kaderlerini tayin hakkı gibi alanlardan özenle kaçınılıyordu. Tanzimat reformları esasen İmparatorluktan ayrılmayı engellemeyi, toprak kaybını durdurmayı amaçlıyordu. Yunan bağımsızlığı ve boyun eğilen Sırbistan muhtariyeti, Osmanlılık temelinde yeni bir ittifakı getiriyor ve dağılma önlenmeye çalışılıyordu.



Meşrutiyet ise başlamış olan bu siyasal süreci devam ettiriyor ve ilk Anayasa (Kanun-ı Esasi) ve ilk Parlamento’yu gündeme getiriyordu. Bu parlamentoya ve ilk Anayasa’ya baktığımızda da halklar için temel hakların asla gündeme alınmadığı, aslında eşitlik yönünde de ciddi adımlar atılmadığı görülüyordu. 19 Mart 1877’de açılan ilk Osmanlı parlamentosu, bileşimi yönünden zengin (Türk, Rum, Bulgar, Arnavut, Kürt) ve renkli (çeşitli din ve mezhepler) olsa da, vilayetlerden gelen üyelerin valilerce seçildiği görülüyordu. Gayrimüslimler yüksek oranda parlamentodaydılar. Dini İslam’a mensubiyet ve imparatora sadakat yeterliydi. İlk mecliste 46 gayrimüslim mebus vardı. Ama öte yandan ilk kez memuriyet (dolayısıyla meclislere girme hakkı) için Türkçe şartı geliyor, itiraz edenlere ise parlamento başkanı Ahmed Vefik Paşa, “aklı olan dört yıla kadar Türkçe öğrenir” diye alayla cevap veriyordu.

İlk parlamentoya seçilen mebuslar zaten 30 yıldır uygulanan vilayet meclislerinden geliyordu. Bu meclisler de valinin tercihiyle vilayet meclis üyeleri arasından seçiliyordu. Yani mebusları, aslında halk değil valiler seçiyordu. Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde de aslında yerel idare diye bir şey gerçek anlamda bulunmuyordu. 19. yüzyıla kadar yerel yönetimler dini cemaatlerin ve vakıfların işiydi. Mali sebeplerle yerelde reformlar başladı. Adaylar mahkemeye başvuran ve uygun görülenler arasından, seçmenler ise akıllı, söz anlar ve “emlâk sahibi kişiler” içinden olacaktı. 1864’ten itibaren vilayet meclisleri, genellikle hastane ve diğer kuruluşlar için yapılacak harcamaları tartıştılar. Vilayet Nizamnamesi, seçimli üyeler için yarısı Müslim, yarısı gayrimüslim üyeler şartı koyduysa da bu yerelden yönetime ciddi bir katkı yapmadı, sadece laik eğilimleri güçlendirdi.

Avrupa ve Rusya, Osmanlı içindeki azınlıkları bağımsız veya özerk bir statüye sokmak isterken, Osmanlı’nın buna cevabı daha fazla merkezileşme oldu. Eyalet yönetimi de bu sebeple katı bir merkeziyetçiliğin izlerini taşıyordu. Osmanlı’nın “özerklik verdiği” savlanan Cebel Lübnan aslında Maruni ve Durzi çatışmasından muzdaripti ve büyük devletlerin de rol oynadığı Lübnan Nizamnamesi bu ortamda hazırlandı. Nizamname ile bölgeye Hıristiyan bir mutasarrıf, her etnik gruptan birer temsilci, 6 kazanın her birine kaza meclisi ve cemaatten üyeler, her cemaat için kendi sulh yargıcı, asayişin ise yerli ve karma bir zabıtaya bırakılması kararlaştırıldı. 1861 Lübnan Nizamnamesi ile Cebel Lübnan “Özerk Sancak” oldu. Cebel Lübnan özerkliği işte bu “özel şartların” ürünü, İngiltere, Fransa, Rusya ve Avusturya kontrollü özel bir deneyimdi. Osmanlı’nın Lübnan deneyimine, buradaki sınırlı özerkliğe “sıcak” bakması söz konusu bile değildi.

Lübnan deneyimi tam tersine Osmanlı’yı korkuttu ve tepki olarak, her birimin yerel özelliklerinin dikkate alındığı ve sancakların temel birim olduğu 1864 Nizamnamesi oluşturuldu. Bu nizamname ilk olarak Halep, Edirne ve Bosna’da uygulandı. Bu Osmanlı Avrupa’sında 10 vilayet, 44 sancakta, Osmanlı Asya’sında 16 vilayet 74 sancakta, Osmanlı Afrika’sında ise 1 vilayet ve 5 sancakta denendi. Bu meclisler asla özerk olmadı, yereli yönetmedi bile, sadece “danışma” işlevine sahip oldular. Eşit oranda müslim ve gayrimüslim kuralına da pek çok yerde uyulmadı. Hatta 1875’te Diyarbakır gibi kimi yerlerde yerel vilayet meclisleri öyle bir dolduruldu ki, iş yapamayacak kişilerden oluşturulan bu meclis ile asıl amaç, yerel halkın yönetime hiç katılamamasıydı.

Cebel Lübnan, geçici ve mecbur kalınan, ama çok önemli bir tür “özerklik” deneyimiydi, Osmanlı bu modeli hiçbir zaman içine sindiremedi. Nitekim, 1. Dünya Savaşı başlar başlamaz, Osmanlı yönetimi Lübnan Nizamnamesi’ni yürürlükten kaldırdı ve kendi atadığı valiyi Lübnan’da işbaşı yaptırdı.