Milli Mücadele’nin temel sloganının “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” olmasının esas nedeni egemenlik kaynağının değiştirilmesi arzusudur, bu söz de o arzuya dair bir irade beyanıdır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Süreklilik mi, kopuş mu?
Cumhuriyet’in 10. yılı kutlamalarında Fevzi Çakmak, Mustafa Kemal (Atatürk), Kazım Özalp ve İsmet İnönü. (Fotoğraf: Arşiv)

Fatih Yaşlı

Günümüz Türkiye’sinde Osmanlı bir fanteziden ibarettir: Türk sağının yaklaşık yetmiş yıldır özenle inşa ettiği bir fantezi, hayali bir anlatı. Buna göre Osmanlı yüzyıllar boyunca dünyaya adaletli bir şekilde hükmetmiştir, fethettiği yerleri batılılar gibi sömürmemiş, yağmalamamıştır, padişahlar birer dâhidir, yöneticiler erdem ve ahlak timsalidir, farklı etnik ve dini gruplara hoşgörü gösterilmiştir, halk refah, barış ve huzur içerisinde yaşamıştır vs.
Bu fantezinin inşa nedeni elbette ki politiktir; Türk sağı ve özellikle İslamcılık, Osmanlı-Türkiye modernleşme süreciyle ve Cumhuriyet’le kavgasını bunun üzerine temellendirmiştir. Atatürk’le ve kurucu felsefeyle doğrudan kavga etmek yerine bu hayali anlatıya sığınılmış, “bir yeryüzü cenneti” olarak Osmanlı, Cumhuriyet’in karşısına konulmuştur. Dahası, “üç kıtada at koşturulan o güzel günler” kitlelerin doktrine ve mobilize edilmesinde bir araç olarak kullanılmış, kahramanlık hikâyeleri, fetihler, savaşlar, ortalama sağcı profilini şekillendirmenin bir aracı olarak görülmüştür.

Osmanlı gerçeği

Oysa tüm bu yalanların ötesinde bir gerçeklik, altı yüz yıl hüküm sürmüş bir Osmanlı Devleti vardır ve hüküm sürdüğü çağlardaki devletlerle benzer özellikler taşımaktadır. Her şeyden önce Osmanlı devleti bir monarşi, bir saltanattır; yani egemenlik babadan oğula geçmektedir ve örneğin Avrupa ülkelerinde kimi zaman hanedanlar değişse de, Osmanlı’da saltanat altı yüz yıl aynı ailede, Osmanoğulları ailesinde kalmıştır. Ayrıca Osmanlı’daki monarşi, mutlakıyetçi bir karakter taşımış, meşruti monarşi denemeleri çok kısa sürmüştür. 1876’da ilan edilen I. Meşrutiyet'le birlikte açılan parlamento ve ilan edilen anayasa, 1878’de Abdülhamid tarafından Osmanlı-Rus savaşı gerekçe gösterilerek askıya alınmıştır. 30 yıl sonra, yani 1908’de İttihatçıların zorlamasıyla bir kez daha meşrutiyet ilan edilse de Osmanlı’nın ömrü fazla uzun olmayacak ve imparatorluk yıkılacaktır.

Osmanlı’nın ikinci özelliği teokratik bir devlet olmasıdır. Kurucu hukuk, temel yasa şeriattır ve diğer yasalar şeriat hukukuna uygun olmak zorundadır. Padişah kendisini “tanrının yeryüzündeki gölgesi” olarak görür. Osmanlı resmi ideolojisine göre imparatorluğun temel misyonu “İ’lâ-yi Kelimetullah”ı yani Allah’ın adını ve dinini tüm dünyaya götürmek ve böylece dünya düzenini, yani “nizam-ı âlem”i sağlamaktır. Osmanlı toplumsal düzeni de din üzerine kuruludur, hiyerarşiyi mensup olduğunuz din belirler ve Müslümanlar asli unsurken gayrimüslimler zimmi statüsünde yaşarlar, yani cizye vergisi ödemeleri karşılığında can güvenlikleri teminat altına alınır.

Üçüncü olarak, Osmanlı ekonomisinin feodal bir karakter taşıdığı söylenmelidir. Bütün toprakların sahibi olan padişah bu toprakların kullanım hakkını timar denilen sistem aracılığıyla yöneticilere/yerel beylere bırakır ve bunun karşılığında onlardan asker ve vergi alır. Köylüler toprakta ücretsiz ve mecburi olarak çalışırlar, ürettikleri ürüne zor aracılığıyla el konulur ve zenginliğin kaynağını bu artı-ürün oluşturur. Ayrıca ağır vergilere maruz kalırlar. Osmanlı ekonomisi kapitalist bir ekonomi değildir ama elbette ki Osmanlı’da da sınıflı bir düzen, bir sömürü düzeni vardır, sınıf mücadelesi de artı-ürünün nasıl bölüşüleceği üzerinedir.

Dördüncüsü, Osmanlı, kapitalist olmadığı için emperyalist de değildir ama fetihçi-haraççı bir devlettir ve savaş ganimetlerinin dışında, ele geçirdiği toprakların üzerinde yaşayan halkları vergiye ve haraca bağlamıştır. Dolayısıyla tıpkı Anadolu topraklarında yaşayan halk gibi imparatorluğun başka bölgelerinde yaşayan halklar da vergi ve haraç aracılığıyla sömürünün doğrudan muhatabıdırlar. Buralarda çok kez Osmanlı’ya karşı vergi isyanları yaşanmıştır.

Avrupa’da yaşanan gelişmeler, yani reform, rönesans, sömürgecilik, merkezi krallıkların ve ticari kapitalizmin ortaya çıkışı, yeni coğrafyaların bulunması, teknolojik yenilikler vs. gibi gelişmeler Osmanlı’yı rakiplerinin karşısında zayıflattığında reform arayışları gündeme gelecek ve III. Selim döneminden itibaren “Osmanlı modernleşmesi” başlayacaktır. Bu modernleşme çabası savaş meydanlarında yeniden galibiyetler alabilmek adına önceliği orduya vermiştir. Ordunun modernleşmesi için ise paraya ihtiyaç vardır ve bu da modern bir vergileme sistemini gerektirmektedir. Modern bir vergileme sistemi için ise devletin merkezileşmesine, yerel güçlerin tasfiye edilmesine, doğrudan yönetime ve elbette ki modern bir bürokrasiye ihtiyaç vardır.

Osmanlı modernleşmesi böyle başlar ve sonrasında yeni yeni şekillenen dünya kapitalizmine entegrasyon, seküler kanunlar, şahıs yönetimden kurumsal yönetime geçiş, mülkiyet hakkının tanınması, yurttaşlık, anayasal ve parlamenter bir düzen gibi başlıklara doğru genişler. 1908 devrimi, yani II. Meşrutiyet ise Osmanlı modernleşme sürecinin zirve noktasını teşkil eder; çünkü burada sadece anayasal ve parlamenter düzene yeniden geçişle yetinilmez, “burjuva devrimi”ne uygun bir şekilde kapitalizmin altyapısını hazırlayan adımlar atılır, burjuvazi yeni bir güç olarak sahneye çıkmaya başlar, feodal tahakküm ilişkilerinin tasfiyesi adına birtakım girişimlerde bulunulur.

Burjuva devrimi ve kopuş

1923 ise burjuva devriminin ikinci ve daha radikal aşamasıdır. Önce saltanat, ardından da hilafet ilga edilir ve Cumhuriyet rejimine geçilir, ardından anayasa yapılır. Milli bir burjuvazi ve milli bir pazar yaratılması ana hedeftir, ulusal bir kapitalizm kurulması adına gereken adımlar hızla atılır. Bunun dışında, yeni kurulan devlet bir imparatorluk değil bir ulus-devlet karakteri taşır, kurucu ideolojisi laiklik ve milliyetçilik üzerine inşa edilmiştir, tebaanın yerini yurttaş ve ümmetin yerini de ulus almıştır.

Milli Mücadele’nin temel sloganının “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” olmasının esas nedeni egemenlik kaynağının değiştirilmesi arzusudur, bu söz de o arzuya dair bir irade beyanıdır. Önce TBMM’nin açılışı sonra da Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte egemenlik Saray’dan Meclis’e geçmiş ve gökyüzünden yeryüzüne indirilmiş, yani ilahi olmaktan çıkarak seküler bir karaktere kavuşmuştur.

Tüm bu saydığım nedenlerle Cumhuriyet basitçe Osmanlı’nın devamı olarak görülemez. Söz konusu olan basitçe bir rejim değişikliği değildir; ortada kurumlarıyla, hukukuyla, ekonomik düzeniyle, devlet-toplum ilişkileriyle, zihniyet dünyasıyla, dine bakışıyla vs. çok net bir kopuş bulunmaktadır. Osmanlı-Türkiye modernleşme süreci bir süreklilik ilişkisi taşır doğru ama burjuva devrimlerinin evrensel kategorileri üzerinden okuyacak olursak, feodaliteden kapitalizme, monarşiden cumhuriyete, aristokrasiden laikliğe, tebaadan yurttaşa, ümmetten ulusa doğru yaşanan köklü, radikal bir dönüşüm söz konusudur ve burada süreklilik değil kopuş vardır.

O halde Marksistlerin “1923 devrim midir, değil midir” tartışmasına da Osmanlı-Cumhuriyet ilişkisine bakışı da ortadadır. Marksizm burjuva devrimlerini de modernleşme süreçlerini de tarihsel bir ilerleme olarak değerlendirir ve kazanımlarını eleştirel bir süzgeçten geçirerek sahiplenir. Ancak bu sahiplenme, Cumhuriyet’in sınıfsal karakterini görmemizi ve onu kapsayarak aşma, ondan daha ileri bir düzen kurma iradesini engellemez. Türkiye solu bir ayağını bu toprakların en büyük devrimci sıçramalarından biri olan Cumhuriyet’e basacak ama esas görevini, yani onu sosyalizmle buluşturma, devrimci bir cumhuriyet kurma görevini yerine getirmek için mücadele edecektir.