Yeni-Osmanlıcı, Osmanlıcı, Habsburgcu veya Romanofcu; herhangi bir saltanattan yana olan canlı, haysiyetsiz bir yaratıktır: Ne demekmiş, herhangi bir soydan, aileden veya hanedandan geldiği için birileri beni yönetme hakkına sahip olsun, üstelik bu hakkı da insan dışı/üstü bir merciden, Tanrı’dan alarak.

Böyle bir Tanrı var veya yok ama bu durum benim kabulüm değil: Ben bir özneyim; zoolojik varlığımın ötesinde manevî/ahlakî/etik/beşerî boyutu da olan bir varlık niteliği kazanmam da, işte bu iddiayla başlar.

Dinci faşistlerin anti-emperyalizm sosuna bandırarak pazarlamaya çalıştıkları Batı düşmanlığı, tam tamına bir yamyamlık ideolojisidir; yamyamımızın ilk yemeye niyetlendiği varlık da ‘kadın’ olmak üzere: ‘Adam’ boşu boşuna demiyor, “kadın ile erkek fıtraten eşit olamazlar” diye.

Batı veya Doğu’da, Kuzey veya Güney’de, kim ki ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ deyip bir sultan, prens veya imparator, peşinen ve insanüstü referanslı olarak benim üzerimde bir yere sahip olma iddiasında, onun kellesini ve sesini kesmiş, ben de tabiî ki onun yolundan yürüyeceğim, kendimi onun ahfadı sayacağım: Manevî anlamda ‘insan’, 1789 14 Temmuzu’nda Bastille’de (Paris, Fransa) kendi kendini hâlk etmiştir.

İslamcı faşist, en fazla vatandaş/yurttaş kavramına düşmandır; zira, vatandaş/yurttaş kul değil de özne olarak ‘insan’ın hukuksal statüsü, bunu mümkün kılacak anayasal ilke laiklik, laikliği ilke yapacak rejim de Cumhuriyet, yani ‘herkese ait ve her şeyi açık’ anlamındaki ‘res publica’dır.

‘Res publica’da ‘saray’ olmaz ki, ‘saray’ın inşa kararı ‘vatandaş’ın dışında alınsın ve de maliyeti ‘vatandaş’tan saklansın. Cumhuriyet’te saray yapılmaz, yıkılır; saray olmaktan çıkartılıp ‘publica’ bir ‘res’ hâline getirilir; müze, kültür merkezi veya park olarak.

Erdoğan ise, halkın parkını, ağacını, manzarasını, akciğerini ‘saray’a dönüştürürken, hepimize hakaret etmeye devam ediyor; ‘res’lerin en ‘publica’sı olan ‘sokak’ı bile, “çıkarsanız kanınızı dökerim” diye hepimize yasaklamaya kalkıyor, Hacivat’ıyla birlikte: O hakaret, tecavüz, saltanat ve görgüsüzlük abidesi yerle bir edilinceye kadar, Cumhuriyet askıya alınmış, bu ülkenin haysiyeti de, Cumhuriyet düşmanı bir çetenin tasallutuna uğramış olarak kalacaktır.

Bu ucubeyi Buckingham Sarayı’yla kıyaslamaya kalkılması ise, daha da ucube bir kafayla karşı karşıya olduğumuzu gösterir: O saray, hâlâ krallık olan bir ülkenin yüzlerce yıl öncesinden beri varolan bir sarayıdır; cumhurbaşkanı tarafından yaptırılmamıştır; ayrıca, bu sarayın restorasyonunun maliyetine ilişkin olarak, yüzde yüz bin tahrifatlı verilerle hepimiz kandırılmak istenmişizdir.

Pek bilinmez ama, o sarayın en uzun süreli sakini, yeryüzünde astronot (Rusya’yla kankalaştığımıza göre kozmonot da diyebiliriz, Putin’in Püten ilân edileceği güne kadar) kılığında dolaşan ‘garibe-i şeriat’lar değil, yüz iki yaşında ölene (2002) kadar elindeki viski kadehini bir an bile bırakmamış bir numune-i hilkat olmuştur: İngiltere Ana Kraliçesi; kocası kral ve İngiltere Hükümeti, II. Dünya Savaşı sırasında yoğunlaşan Alman hava saldırıları karşısında başkenti Londra’dan daha içerilerde bir yere taşıma kararı almak üzereyken, “ben bile buraları terk edersem, kimsenin kimseye yurdunu savun demeye yüzü olmaz” deyip o sarayda kalıp halkına yurtseverlik direnci aşılayan yürekli kadın.

Şunları söyleyip bitirelim: Bizim kalbimiz Rojava ve Kobane’yle birlikte atıyorsa bu, en fazla oraların ‘Ana Kraliçeleri yüzündendir; ‘garibe-i şeriat’ ve ‘numune-i hilkat’ gibi iki ‘garaib-i lisan’ inşa ettiysek, bu da, cahil cühela takımının Osmanlıca diye yüceltmeye kalktıkları şeyin de, ayrı bir dil değil, Türkçe’nin siyasal-toplumsal kökenli bir özenti doğrultusunda biçimlenmiş özensiz bir versiyonu olduğunu göstermek içindir.