Geleneksel toplumda bireyin rolü verilidir. Birey, bu yerin hakkını vermeye çabalar. Modern toplumda bireyin konumu için mücadele etmesi beklenir. Özerklik, kendini gerçekleştirme mücadelesini verebilmenin ön koşulu olarak, günümüzün en önemli taleplerden biridir.

Bazı düşünürler, bir yanda yarattığı eşitsizlikler (sömürü), diğer yanda özerklik ve otantikliği imkânsızlaştıran pratikleri (standartlaştırma) nedeniyle kapitalizmin, tarihsel olarak iki tür eleştiriye muhatap olduğunu söylüyor. Toplumsal eleştirinin odağında, sömürüden doğan geniş ve yaygın eşitsizlikler varken, artistik eleştiri, hedefine özgürleşme ve otantiklik sorununu koyar.

Bu iki eleştiri, kendi mecralarında ilerlerken, çok sık olmasa da bir araya gelmeyi başarmıştır. Batı’da bu bir araya gelişin bir örneği olarak 1968 başkaldırısı gösterilir. Ne var ki kapitalizm hemen ardından, iki şeyi başardı. Birincisi, toplumsal eleştiriyi etkisizleştirmesidir. Bugün dünyada ve Türkiye’de siyasetin, yarattığı devasa sorunlara karşın neoliberalizmi semptomları dışında karşısına almaması bu etkisizliğin bir sonucu değil mi?

Öte yandan, sanatsal eleştirinin başına gelenler daha az vahim değil. Kapitalizm 1970’li yıllardan başlayarak, özgürlük ve otantiklik eleştiri ve mücadelesini etkisizleştirmekle kalmadı; bir yandan eleştiriyi evcilleştirip, toplumsal eleştiriye yöneltti (refah devletinin soldan eleştirisi yanında evet ama yetmezciliği bu çerçevede hatırlatalım), diğer yandan da özgürlük ve otantiklik arayışlarını kendi pazarının malzemesi haline getirdi.

Bu malzemenin nasıl kullanıldığını görmek için mesleki deformasyonum nedeniyle kentlere bakmayı öneriyorum. Mevcut kentlerin dışına otantiklik arayışıyla kaçan orta sınıfların yarattığı mekânsal felaketler artık çuvala sığmıyor. Korunaklı sitelerin arkasına özgürleşmek adına kaçanlar, hep birlikte ve aynı yere kaçtıklarını fark ettiklerinde, hakkını yemeyelim kapitalist girişimcilik, giydirilmiş otantikliğiyle kentin tarihi dokusunda mutenalaştırılmış mahalleleri önlerine koymakta gecikmedi.

Oralara dönenlerin de, korunaklı mahallelerde kendilerine benzeyenlere bakarak, güvendeyim diye kendini avutanların da otantiklik arayışının bitmediğini biliyoruz. Kitapçıların en çok satanlar raflarının, new age ya da “ruhun derinliklerindeki gerçek beni” bulma kılavuzlarıyla dolu olması hiç şaşırtıcı değil!

Ben örneği (yeni) orta sınıflardan versem de, güncele sıkışma ve standartlaşma bunalımı toplumun farklı kesimlerinin ve yaşamın farklı alanlarının ortak sorunu haline gelmiş bulunuyor. Geçtiğimiz haftalarda siyasetin karşı karşıya olduğu sıkışmayı ve otantiklik sorununu burada ele aldığımı hatırlatayım.

Orta sınıf hayal kırıklıklarıyla sonuçlanan bireysel arayışlardan, siyasetin özerklik ve otantiklik sorununa atlayışım rastlantısal değil. Özgürlük ve otantiklik meselesinin özünde; bireyin, bir kesimin, ya da siyasi bir hareketin, güçlü olan tarafından dayatılanın ötesinde düşünme ve davranma iradesini gösterememesi var.

Deneyim gösteriyor ki, bireysel arayışlar başlangıç noktası olarak önemli ama bir sonuca varmıyor. Tam da o noktada, güncel bir örnek olarak Gezi Başkaldırısı’nın (ya da 1968’in) niçin unutulmaya bırakılmadığını düşünelim. Söz konusu olan solun melankolisi mi? Hiç de değil! Öyle olsa, iktidar hala cezalandırma derdinde olmazdı.

Unutulmuyorlar; çünkü bu deneyimlerde iki şey başarıldı; bireyler, birey ötesi bir projenin parçası olarak aktörleştiler. İkincisi bunu yaparken kapitalizmin toplumsal ve sanatsal eleştirisini aynı projenin içinde buluşturdular. Bu etkileşim Gezi’yi unutulmayacak otantik bir deneyim yaptı. Diyalektik böyle bir şey; aynı nedenle iktidar da unutmuyor. Kapitalizmin elinde kopyaya dönüşenin, orijinal olandan nefreti şaşırtıcı değil!