Ahlak, oldum olası, bildim bileli toplumda insan-insan ilişkilerinin olabildiğince kavgasız, sürtüşmesiz, düzen içinde sürdürülebilmesi için, insanlığın geçmiş deneyimlerinden süzülüp çıkarılan, “olması gereken” düşüncesi çevresinde toplanmış normlar torbasından oluşur

Ötedünyacı tanrı-kul eşitsizlikçi ilişki kalıbından bu dünya için eşitsizlikçi düşünceler ve davranışlar türetme

ALÂEDDİN ŞENEL

Tanrı-kul (Yaratan-yaratılan) eşitsizlikçi ilişki modeli, eşitsizlikçi toplumsal yapılı ilk uygar, yazılı toplumların gerçeklik dünyasının ekonomik (çalıştıran-çalışan kişiler) toplumsal (efendi-köle katmanları) siyasal (yöneten kişi ve kadrolar - yönetilen uyruklar) düşünsel (düşünce/inanç uyduranlar - hazır düşünce ve inançlara safça inananlar) eşitsiz ilişkilerinden esinlenilerek kurulmuştu. Bu, model, gerçekliği doğru dillendirdiği düşüncesi yanı sıra, onu iyiye/kötüye kullanacaklara sınırsız kolaylıklar sağlayacaktır:

Eşitsizlikçi düzenleri açıklama, aklama, Hak’lama, pazarlama, yeniden üretme

Bu aşkın, mutlak, sonsuz gerçeklik savı taşıyan modelle, insanların insan-doğa ve insan-insan ilişkileri doğru açıklanmış sayılacaktı. Bununla da kalınmayıp, eşitsizlikçi toplumsal düzen, yetkin tanrının yaratısı olduğu söylenerek, sütten çıkmış ak kaşık kadar aklanacak idi. Yeryüzü düzeninin bu değerlendirmeye uymadığı, eşitsizliğin, haksızlığın örtülüp yadsınamayacak kadar gözler önüne serildiği durumlarda, durumun tanrısal düzene uyması, uydurulması gerektiği yolunda (sözde) ahlak değerleri pazarlanabilecekti: Söz konusu değerler ne kadar eşitsizlikçi, ne kadar haksız olursa olsun, dinsel ideolojinin öğretici, yayıcı, yeniden üreticilerinden, tanrının vekili sayılan yöneticilerden, tanrının ve kitabının öğreticisi, sözcüsü görülen dincilerden (din adamlarından) kocalara, babalara, yaşlılara, sonuçta söz konusu inançları (eşitsizlikçi niteliğinin bilincinde olunmaksızın) içselleştirmiş kimselere varana dek, çıkarları yolunda olduğu kadar çıkarlarına aykırı da olsalar dayatılabilecekti. Kısaca, aşkın (metafizik) bir dünya tasarımının ve değerlerinin gerçek bu dünyada da gerçekleştirilmesi beklenebilecekti. Ne zaman? Hıristiyanlıktaki “Tanrının göklerdeki melekutunun (yönetiminin) İsa’nın dönüşünde bu dünyada tam olarak kurulacağı”, onda köleliğin, siyasal farklılaşmanın, eşitsizliğin, haksızlığın, acıların, gözyaşlarının, mutsuzluğun bulunmayacağı inancı, zamanını gösteriyor! Yeri konusunda ise İslamlıktaki bu dünyanın geçici bir oyun, sonsuz, ölümsüz ötedünya için sınav yeri olduğu inancı ise söz konusu yerin ötedünya olacağını açıklamaktadır.

O zamana ve o yere varılana kadar bu dünyada ve bu zamanda eşitsizlikçi düzenlerin, bu tür inançlarla, açıklanmış aklanmış Hak’lanmış olması yanı sıra, eşitsizlikçi ilişkilerin yeniden üretilmesi sağlanmaya çalışılacaktır. Ama ona karşı direnmeler, başkaldırmalar ise engellenmeye, bastırılmaya, ezilmeye, yok edilmeye çalışılabilecektir. Direnen özne olarak insan inancı düşüncesi güme gidebilecektir.

Bütün bu işlevleri gören yaratılış mitoslarının ve dinsel ideolojinin sanal aşkınöznelerin varlığına, kitaplarına, sözcülerine inanç kanalıyla, gerçek insan öznelerini nasıl insanlıktan çıkarılabildiği savına, yazının spotundaki sava dönerek bazı örneklerle yazıyı noktalayalım.

İnsan nasıl bu kadar düşüncesiz, duygusuz, acımasız, ahlaksız olabiliyor?

İnsanın, bilinen evrenin tek gerçek, yaratıcı öznesinin öznelik nitelikleri, elinden alınmış/çalınmış ve aşkınöznelere sunulmuş olunca “sıradan” insanlara ne kalmıştır? Gerçeği, mutlak gerçeği ancak Tanrı bildiğine göre artık insan bilen özne değildir. Öyleyse insan, eleştirel düşünme şöyle dursun düşünemez duruma düşürülmüştür; inanması yeter. İşte bu yüzden “bu kadar düşüncesiz” insanlar yetiştirilebilmektedir. “İnsan bilmez tanrı bilir.” Gaybın (ne demekse o; “mutlak gerçekliğin” ya da “derin gerçekliğin” demek olmalı) bilgisinden insana verilmemiştir; ya da pek az verilmiştir, veya tanrının (ki bu tanrı vekillerinin, egemen sınıfların, dincilerin demek olabilir) istediği konularda, istediği nicelik ve nitelikte sınırlı verilmiştir. Bu yüzden, doğayla ilgili olsun, insanla toplumla ilgili olsun, gerçekliğin bilimsel yöntem ve düşünüşle edinilen bilgilerini, inançlarla aşağılayıp çöpe atan gerçek insan özneler (o nasıl öznelikse) çıkabilmektedir.

Duyan, duyumsayan özne olarak insan anlayışı da karalanabilmektedir: Bu geçici “yalan dünya” yaşamının istekleri (duyguları) güvenilmez, hatta tehlikelidir. Hıristiyanlıkta cinsel isteğin şeytan iğvası sayılıp, cinsel eylemin ve cinsel duyuların, “kalıtsal günah” oluşturduğu inancı, bunun bir örneğidir. İslamlıkta benzeri düşünce ve değerlendirmeler, yukarıda gördüğümüz örnekle, farz kılınan savaş gibi bazı şeylerin insanın istememesine karşın yararına olabileceği düşüncesinden izlenebilir. Bu düşünceyle, insanın en istemediği şey ölümdür saptamasında bulunan Hobbes’un tersine, savaş ve sonunda uğranabilecek ölüm “şehadet şerbeti” olarak tatlandırabilmektedir. Bu yüzden özneyi sıfırlayan, insanı kendine varana dek harcayabilen bu kadar duygusuz, bu kadar acımasız düşünüp davrananlar çıkabilmektedir. Barış isteklerine, acıma beklentisine karşı kul insan anlayışını savunanların yanıtı: “merhamet eden merhamet edilecek duruma düşer” olmuştur. Öyleyse, “acımayın!”

Kutsal kitaplar mayınlı tarlalar mı?

Bu tür inanç ve düşüncelerle, bu kadar sevgisiz, insana bu kadar düşman, insandan bu kadar nefret eden kimseler çıkabilmektedir? Kaynaklarından biri, Tevrat’ta (Mısır’dan Çıkış, 20.5-6’da) “... ben kıskanç bir tanrıyım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını çocuklarından, üçüncü, dördüncü kuşaklardan sorarım” diye konuşturulan, yalnızca kendisinin sevilmesini isteyen Yehova’nın varlığına inançtır.

Hıristiyanlıkta Yeni Antlaşma İncil'in yanı sıra Eski Antlaşma Tevrat da benimsendiğinden, onunla birlikte Musa’nın buyrukları her okunuşunda anımsanmaktadır. Dahası İsa’nın “müjde”sinde barış, insanın komşusunu kendinden fazla sevmesi öğütleri yanı sıra, “yeryüzüne barış değil, kılıç, ateş getirdim... şimdiden tutuşmuşsa ne isterim” (İncil, Luka, 12:49) gibi sözleri de vardır.

Benzer biçimde İslam’da, “biz insanı yaradanı dolayımıyla severiz” diye konuşan kimseler bulunmaktadır. Allah sevgisini her şeyin önüne alıp (çocukluğumda tanık olup aklımdan çıkmayan bir olayla) çocuğunu ancak “ben seni değil seni yaradanı seviyorum” diye sevebilen anneler yetiştirilmiştir. Kafalarında örnek alınan, sözü buyruk sayılan, günahları “sonsuza dek yakarak cezalandıracağı” yazılı bir aşkınözne vardır. Aşkınözne yakarsa kulu ne yapmaz? Madımak’ın gerisinde bu inançlarla beslenmiş kafalar durmaktaydı. Geçmişte, kutsal kitaplarda yazılanlar, onlara inananlara örneklik ve rehberlik etmişti; ilerde de edebilir. Bunlara iki örnek yeter: Tevrat’ta Musa’nın buzağıya tapınanlar için (Mısır’dan Çıkış, 32: 27-29’da) “RAB’dan yana olanlar yanıma gelsin... İsrail’in Tanrısı RAB diyor ki, “Herkes kılıcını kuşansın. Ordugahta kapı kapı dolaşarak, kardeşini, komşusunu öldürsün.” ... “O gün halktan üç bine yakın adam öldürüldü.” Kur’an’da, benzeri sözlerle (Maide 33’te) “Allah ve resulüne karşı savaşanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların [Nebioğlu çevirisinde “yeryüzünde nifak çıkaranların”] cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları yahut da el ve ayaklarının çapraz kesilmesi...” denmesidir.

Gerçek insan öznesi yerine sanal aşkınözneyi yücelten, budünyanın önüne ötedünya değerleri konan dinsel ahlaktan ne beklenir?
otedunyaci-tanri-kul-esitsizlikci-iliski-kalibindan-bu-dunya-icin-esitsizlikci-dusunceler-ve-davranislar-turetme-137726-1.
Ahlak, oldum olası, bildim bileli toplumda insan-insan ilişkilerinin olabildiğince kavgasız, sürtüşmesiz, düzen içinde sürdürülebilmesi için, insanlığın geçmiş deneyimlerinden süzülüp çıkarılan, “olması gereken” düşüncesi çevresinde toplanmış normlar torbasından oluşur. Yaratılışçı inançlara göre insan, gerçeği bilemediği gibi, doğruyu da (iyiyi kötüden ayırmayı, hayrı ve şerri de) bilemez. O zaman Tanrının, vekillerinin, sözcülerinin, kitaplarının, yazıların sözlerine bakılmalıdır. Onlara bakılınca ötedünyacı değerlerin bu dünya değeri ve mutluluğu üzerine çıkarıldığı, ötedünyanın “amaç” alındığı görülür. Aşkınöznenin değeri ise insan öznesinin çok çok üstüne çıkarılmıştır. Öyle ki bir imanı bütün kişi, karşısındakini hatta Yaradanın sadık kulu olmakla övündüğü kendini “özne” olarak bile görmeyebilir. Bir insanı, dinsel amaçların, Tanrının buyruklarının önünde, doğru yola (hayra, yüksek ahlaka) yönlendirilmesi, zorlanması gereken, olmadı, yok edilmesi buyrulan kişi gibi görebilir. Ötedünya sonsuz yaşam ve mutluluğuna ulaşmak için, her türlü yola, araca başvurabilir. Söz konusu yolların, araçların içinde, engizisyon işkenceleri, hayırlı yalanlar, takiyye, kelle avcılığı, himmet, hayır işleri için inançlara seslenilerek fonlar oluşturma, komplolar bulunabilir. Vatikan’daki “bu toprakları Konstantinos Papalığa bağışladı yazılı sahte “Konstantinos Bağışı” belgesi benzeri (bkz. Şenel, İnsanlık Tarihi, 824) sahte belgeler olabilir. Bunlar felsefi (ahlak felsefesi) laik ahlak anlayışlarına uymayan ahlaksızlık örnekleridir: Dahası, tüm insanlığı kapsayabilecek (insan haklarına dayalı) evrensel bir ahlak anlayışının bugün için önündeki engellerden birincisi emperyalizm, neoliberalizm ise, ikinci en büyük engel olarak dinsel inançlar görünmektedir. Köktendinci insan, işte, biraz da bu yüzden “bu kadar ahlaksız” olabilmektedir.

İnsanın öznelliğinin yadsınması kime yarar?

Bunların hepsinin en derindeki düşünsel/inançsal neden, Cehennem işkencesi korkusundan, Cennet zevkleri beklentisinden çok, insanın özneliğinin yadsınması ve kulun bunu kabullenmesidir. İnsanın öznelik niteliklerinin bir sanal özneye bırakılmasıdır. Onun arkasına geçilip (Babilonya’da tanrı yontusu arkasına gizlenmiş rahiplerin, başvurucuların isteklerini alıp dilekçelerine Tanrının sözleriyle yanıt verişlerine benzer biçimde) “inançlarla çıkarlarını çakıştırıp” Tanrının sözcüsü rolü, hatta kitapta yazmayan durumlarda bile “Tanrı şunu istiyor, bunu söylüyor, onu buyuruyor” gibi sözlerle “tanrı rolü” oynayabilmeleridir. Yukarıdaki örnekten de anlaşılabileceği gibi, bütün sanal aşkınöznelerin arkasında gerçek insan özneler bulunmaktadır. Karşılarında, özneliği yadsınmış “gönüllü kulluk” edecek kimseler bulabilmeleridir.

DİPNOT: Alâeddin Şenel’in Bilim ve Gelecek dergisinin son sayısındaki makalesinden kısaltılarak alınmıştır. Söz konusu yazıyı paylaşmamız için izin veren değerli bilim insanı Şenel’e ve Bilim ve Gelecek ekibine teşekkürü borç biliriz.