‘Öteki İstanbul’u anlatıyor’

DENİZ BİBER

‘Galata’ öyküsüyle başlıyor Jale Sancak’ın “Tanrı Kent” kitabı ve Tarlabaşı, Kulaksız, Nişantaşı, Gazi Mahallesi, Etiler gibi semtlerle de devam ediyor. Şiir, öykü, roman ve tiyatro oyun yazarı Sancak’ın “Tanrı Kent” dediği İstanbul… İçinde 18 öykünün yer aldığı kitap İthaki Yayınları’ndan çıktı. 10 yıl önce okurlarıyla buluşan “Tanrı Kent”, bugün gözden geçirilmiş haliyle karşımızda. 1915’ten günümüze uzanan bir roman üstünde çalıştığını söyleyen Jale Sancak ile bir röportaj gerçekleştirdik.

►İstanbul bugüne kadar pek çok kültür sanat ürününün öznesi oldu. Bellek ve arşiv açısından muazzam fakat “Tanrı Kent”teki öykülerinizi de düşünürsek ‘gösterilen’ İstanbul biraz da imajlar dünyasına hizmet etmiyor mu?

Evet, tümü değilse de çoğu öyle bu dokümanların. Onlarda şık bir şehir var. Romantik bir şehir... Güzel, görkemli, binlerce yıllık tarihiyle, dokusuyla varsıl bir şehir vb. Elbette bunlar da gerçek ama bir tane değil, pek çok İstanbul var İstanbul’un içinde. “Tanrı Kent” ise daha çok öteki İstanbul’u anlatıyor.

Kitap hakkında, “Anlamak adına yaptığım yolculuklardan oluştu. Tümüyle kurmaca denemez, düşsel kahramanlar kadar birebir gerçek kişiler, tanıklıklar, anılar, izlenimler de var” diyorsunuz. O sokaklarda gezinirken hissinizle, sonrasında kaleme aldığınızda, o öykülerde nasıl bir evrilme oldu?

Şehri, şehrin hayatını, insanlarını seyrettim bir süre. Gerçekliği soludum ve tarttım. Her defasında etkileri biriktirdim. Sonra masa başına oturunca, gerçeklikle düş buluşup iç içe geçtiler, dille, kurguyla, betimlemeyle sarmaş dolaş oldular. Çünkü kupkuru bir şehir topografyası çizmek değildi amacım, öncelikle bir öykücünün gözünden şehir üzerine bir edebi metin oluşturmak, insan hikâyelerini öykü biçiminde anlatmak istiyordum. Böylece gün içinde seyredilip, sorgulanan malzemeyi öyküye dönüştürmek için geceleri yoğurdum.

‘BİRBİRİNDEN FARKLI ÖTEKİ’LİK HALLERİ’

18 öyküden oluşan kitapta, ilk merhabayı Galata’dan ve şair İlhan Berk’ten veriyorsunuz; bunların bir alt metni var mı, yoksa akışa mı bıraktınız?

Hayır, akışa bırakmadım. Kitabın şöyle bir kurgusu var: Merkezdeki ünlü, popüler, kalburüstü, çoğunlukla kaymak tabakasının yaşadığı yerlerle, merkeze çok yakın bile olsa dışarıda bırakılmış, tam zıddı semtleri alt metni oluşturacak biçimde sıraladım. Etiler ile Küçük Armutlu ya da Galata ile Tarlabaşı örneğinde olduğu gibi, aşağıdakiler ve yukarıdakiler arasındaki uçurumu, sosyo-kültürel, ekonomik ve psikolojik farklılıkları gösterebilmek ve ideolojik bir tutumla dünyanın halinden rahatça söz edebilmek için de böyle bir kurguyu yeğledim.

Eskiden bu kadim kent, çok kültürlülüğüyle ile övünebilirdi ama artık günümüzde ne yazık ki bundan bahsedemeyiz. Bu bağlamda ‘öteki’liğin somut ve sert biçimde öykü kahramanlarınızın hayatlarına da sirayet ettiğini görüyoruz. “Tanrı Kent”te altını çizmek istediğiniz ya da kahramanlarınızı bir arada tutan bağlaç neydi?

Ait olamama ve sizin de belirttiğiniz gibi öteki olma durumu. Tek değil, birbirinden farklı ‘öteki’lik halleri. Kadırga’daki yazar kadınla Hasköy’deki Engin’in, Tarlabaşı’ndaki Dilan’la Kuzguncuk’daki Tilbe’nin yahut Yeldeğirmeni’ndeki Solomon’un ‘öteki’liği başka başka, çünkü aidiyetleri farklı. Kiminin etnik, kiminin politik, kimininki yoksulluktan yahut dinden imandan. Başköşede ise bizi kıskıvrak bağlayan, bir dönem çarpık düzen diye adlandırdığımız, insana kader biçen sistem var.

►“Tanrı Kent’te de karakterlerin derinliklerinin yanı sıra toplumsal olaylar ve coğrafi meseleler dikkat çekiyor. Bu dengeyi kurarken nelere dikkat ettiniz?

Madem şehri sırf mekanla, atmosferle, mimariyle ve doğasıyla anlatmayacaktım, madem işin içine insan hikâyeleri girecekti ve öyküsel metinler olacaklardı, öyleyse karakterlerin bir miktar içsel maceraları da yer almalıydı. Üstelik bu metropolün insanlarda yarattığı etkileri göstermek için harika bir olanaktı. Böylece yazarken anlatma olanaklarını çoğaltmak içen malzemeyi oluşturan unsurların miktarına, odağa neyi alacağıma, neyi öncelikle gösterip göstermeyeceğime karar verdim, bunu matematiği üzerine çalıştım.

►“İletişimsizlik, yalnızlık... Kendine ve ötekine bilinçli ve bilinçsizce uygulanan kötülükler de beni çok ilgilendiren temalardandır” diyorsunuz. Tam da buradan bakarsak bugünün edebiyat ahalisini ve okurlarını nasıl görüyorsunuz?

Halen istatistiklere göre okur sayısı en az olan ülkelerden birisiyiz. Hatırladığım kadarıyla sayı yedi binlerdeydi. Umarım biraz daha artmıştır. Bu durumda söyleyecek pek bir şey yok. Yedi ya da on bin, her neyse, bu okurların büyük bir bölümü kişisel gelişim kitaplarının, gazeteci yazarların politik kitaplarının ve çok star kitapların okurları. Yanı sıra wattpad’ciler var. O nedenle sahici edebiyat yapıtlarının hali ortada. Pek az ve tabi ki pek kıymetli, sevgili edebiyat okurlarının varlığını bilmek her şeye rağmen sevindirici. Kendi edebiyat atölyelerimde de her yaştan çok sıkı okurla karşılaşıyorum ve çoğu da kadın. Yaşasın kadınlar! Bir de son dönemde gözlediğim olumlu bir şey ebeveynlerin kendileri okur olmasalar bile çocuklarına kitap almaları, çocuk kitaplarının çok okunuyor olması. Bu da hayli umut verici...

‘DİSTOPİK BİR DÜNYA İÇİNE İTİLİYORUZ’

►Son yıllarda ve yaşadığımız şu virüsle de ilgili, ortaya sizden yana nasıl bir fotoğraf çıkar?

Epeydir -bu epey öyle birkaç yıl değil, birkaç on yıldan fazla - toplumların asabı hayli bozuk. Anksiyete bozukluğu, panik atak egemen insanoğluna. Bu nedenle de yaşadığımız çağa antidepresan çağı dense yeridir. Nedenleri de herkesçe malum. Özetlersem, kapitalizmin iyice vahşileşmesi, sınıf ayrımları, savaşlar, totalitarizmin tırmanışı, adaletsizlik, ekolojik dengenin bozulması, doğa katliamı vb. Şimdi de korkunç virüs salgınları… Giderek dayanılması güç distopik bir dünya atmosferinin içine itiliyoruz. Bir çöküşün önsözü gibi. Çok kötü. Aslına bakarsanız, ben dünyanın her zaman tekinsiz bir yer olduğunu düşündüm. Hatta şimdilerde bunu yazmaya çalışıyorum.

►Bir yazarın dünyayı algılama biçiminin zamanla değişeceği fikrine inanmadığınızı ve hatta kendini tekrar etmek, benzer karakterler yaratmak bir tehlike değil, bir üslup meselesidir, kaçınılmazdır, diyorsunuz. Ki 90’lardan günümüze yazan biri olarak üslup meselesine gelirsek, bugünün jargonunda yazımdan konuşma diline ve bunun yayın politikalarına sirayeti hakkında ne düşünüyorsunuz?

Üsluptan ziyade kendi olma meselesini, başka bir deyişle yazarın önemsediği, dert edinip yazmak istediği belli başlı meseleler olduğunu, dünya görüşü, hayata, insani bakışı değişmedikçe bu meselelerin de pek değişmeyeceğini, bunun doğallığını kastetmiştim. Üslup ise kimliktir. Sorunuzu tam da bu noktadan, anladığım şekliyle yanıtlayayım, yaygın olan şey üslupsuzluk. Üslup diye bir şeyin önemsenmeyişi, umursanmayışı, hatta belki de küçümsenişi. Bunun altında yatan şeyin de sığlık, ham halatlık, kolaycılık olduğu kanısındayım. Ben böyle görüyorum durumu. Bu güne pek yakışıyor maalesef.

►Öykülerinizde büyülü gerçekliğin var olduğunu söylüyorsunuz; mesela bugünlerde büyülü gerçeklikte kadrajınıza neler ilişiyor?

Yazmakta olduğum metinde, eğer ilerledikçe bir değişiklik olmazsa, yer yer büyülü gerçekçilik özelikleri olacak, bir de Eflatun adında düşsel bir karakter.

►Galapera Sanatevi’nin kurucususunuz ve aynı zamanda tiyatro oyunu yazıp, yönetip, oynadınız. Buralarda yeni projeler var mı?

Son yıllarda Tiyatro Kara Kutu için birkaç oyun yazdım. Bunlardan biri Sait Faik, biri de Sabahattin Ali ile ilgili oyunlar. Önümüzdeki dönemde yine bir oyun daha yazacağım Kara Kutu için. Eğer virüs kabusundan yaza kadar kurtulursak yeni sezonda benim oynayacağım tek kişilik bir başka oyunu da çalışmaya başlayacağım. Galapera’da ise koşullar uygun olursa atölyelere devam etmeye çalışacağız. Ayrıca şu aralar, yılın sonuna kadar yazıp bitirmeyi hedeflediğim, 1915’ten günümüze uzanan bir roman üstünde çalışıyorum.