Evvel zaman içinde,

kalbur saman içinde,

develer tellal iken,

pireler berber iken…

Ben bağda üzüm bekler,

derede odun yükler iken,

bir varmış bir yokmuş…

Masalın yalanı mı olurmuş.

O yalan bu yalan,

fili yuttu bir yılan…

Bu da mı yalan?

derken; sabahleyin erken,

keçiler koyunları tıraş ederken,

tahta kurusu saz çalar,

sıçan cirit atar iken,

çıkmış bir adam ortaya…

En sonunda açmış ağzını

yummuş gözünü.

Bir laf etmiş,

bir laf etmiş…

Bakalım ne laflar etmiş…

Bundan yıllar yıllar önce, ben deyim 100 yıl siz deyin 200 yıl, Kaf Dağı’nın ardında bir ülke varmış. Bu ülkeyi yirmi yıldır yöneten padişah öyle tuhaf, içi öyle nefret dolu bir adammış ki kendinden olmayan, biat etmeyen kimseyi sevmezmiş. Yazarları, şairleri, bilim insanlarını, öğretmenleri, öğrencileri, gazetecileri, müzisyenleri severmiş de sadece kendinden olanları severmiş. Gerisini emrindekilere dövdürür, eşine dostuna sövdürür, oraya buraya sürdürür, hapislerde süründürürmüş.

İnceliklerden hoşlanmaz, doğayı sevmez, hayvanlardan nefret edermiş. Betona tapar, müteahhitleri severmiş. Altın çıkarmak için kullanılan siyanürü öyle bir severmiş ki, çayına katıp içermiş de ona bir şeycikler olmazmış.

Masal bu ya, Kaf Dağı’nın ardındaki bu ülkede, uzaklarda mı uzaklarda bir adam yaşarmış. Bu adama bir haller olmuş da yirmi yıl önce yatağa düşmüş, yıllardır öyle sadece uyur dururmuş. Ama bir gün ne olmuşsa olmuş, adam birden uyanmış. Bir bardak su istemiş hemen karısından da hemen televizyonda konuşmakta olan padişaha kulak kabartmış. “Yeter be yine mi sen” diye bağırmış adam. Adamcağız meğer yıllardır televizyondan padişahın konuşmalarını dinler dururmuş. Padişah “Bir fasulye ağacı diktik, göğe kadar uzayacak, biz de buradan uzaya çıkacağız” demekteymiş. Sonra da televizyonda sırayla yeni zamlar sıra sıra söylenmeye başlanmış.

“Yahu” demiş, yirmi yıllık uykusundan uyanan adam karısına, “Gitmedi mi bunlar yirmi yıldır, bütün yalanları ortada!”

Hemen rica etmiş karısından, bir çanta hazırlatmış kendine de, düşmüş yollara. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, gitmiş de, geçtiği her köyde, kasabada, şehirde durmuş; toplamış halkını, konuşmuş da konuşmuş, anlatmış da anlatmış. Demiş ki:

“Bunlar başka, sen bunlardan değilsin, aman ha! Bunlar senden değil, sen temizsin. Gör artık bunu, bunlar öteki, başka bunlar! Ötekileştirmekten korkma! Kimdir öteki? Hırsız değilsin sen, katil değilsin, hayvanları seversin, ağacı, çiçeği, seversin, ilmi irfanı seversin. Sen okuyamadıysan evladın okusun diye didinirsin. Rüşvet almazsın sen, rüşvet vermezsin. Deniz kumundan inşaat yapmazsın sen, insana değer verirsin. Sen insansın, bunlar başkası! Sen iyisin ve çoksun, onlar az ve öteki! Bu saydıklarımı ötekileştirmekten korkma! Korkma ki öteki dımdızlak bütün çıplaklığıyla kalsın ortada. Demokrasiyi getir toprağına! Aç gözlerini gör ondan sonra. Gör ki gömesin ötekini sandığa...”

Kaç köy gezmiş, kaç kasaba, kaç bin kişiye aynı lafları söylemiş de söylemiş, hiç bıkmadan usanmadan.

Masal bu ya, gökten üç elma düşmüş. Biri anlatanın, biri dinleyenin, biri de dinleyip ötekine tokatı basanın başına.

***

Bugün basında okuduğunuz, benim de imzamı koyduğum müzisyenler bildirisi cumhuriyet tarihinin belki de en geniş katılımlı müzisyen bildirilerinden biridir. Bir kere daha gördük ki söz konusu olan geleceğimiz, yani üniversitelerimiz olunca kişisel farklılıklar bir metinde dayanışmaya dönüşebiliyor.

Metni imzaya açtığımızda bazı dostlar çok isteseler de içinde olamadılar, çünkü devlet memuruydular ve ota sapa soruşturma yiyorlardı. Bu arkadaşlarımızın gönüllerinin bizlerle olduğunu, üniversitelilerle olduğunu biliyoruz.

Metinde imzası olan tüm dostlara teşekkür ederim. Dayanışma çok güzel bir şey! Bir de ‘tepkilerini bireysel olarak dile getirmeyi’ tercih eden, ‘toplu metinlere imzadan’ imtina eden arkadaşlar var. Onlara da bir çift lafım var:

Ah canım ya! Özür dileriz, rahatsız ettik! Yerim sizi, çok tatlısınız!

***

Fark etmişsinizdir; bugün pazartesi. Yazı günüm değişti. Bundan sonra her pazartesi bu köşede buluşmak üzere, hepinize güzel bir hafta diliyorum.