Çocuk psikiyatrisi toplantılarında meslekdaşlarımızın birbirine sıkça sorduğu ve tartıştığı konuların başındaki bu sorunun cevabı net olmasa da, 2002'den bu yana toplumda görülme yaygınlığında (belli bir zaman diliminde eski ve yeni tüm vakaların toplam nüfusa oranı) artış var.

Kore'de geçen yıl tamamlanan çalışmada, okul çağı çocuklarında yaklaşık yüzde 2'lik oranlar bildirilince birçok kişi başta inanmakta zorluk çekti. Çalışmayı yürüten, asistanlık döneminden bu yana yakın arkadaşım olan Young Shin Kim'in (halen Yale'de öğretim üyesi olarak kariyerine devam eden, hem parlak hem insancıl bir çocuk psikiyatrı) titizliğini bildiğimden verileri çok yüksek bulsam da kabullenmekte tereddüt etmedim.

Geçtiğimiz haftalarda ABD’nin hastalık sıklıklarını ve yaygınlıklarını saptamakla görevli CDC olarak bilinen kamu sağlığı merkezinin yayımladığı sayılar durumun ciddiyetine ilişkin görüşleri pekiştirdi.

Sekiz yaşındaki çocuklarda yapılan bir taramadan çıkan sonuç: Her 88 çocuktan birisinin (1/88) otizm spektrumu bozukluğu (otizm belirtilerini değişken ölçülerde taşıyan durumların altında toplandığı ‘şemsiye tanı’) tanısı alıyor. Aynı sayı 2009’da yayımlanmış çalışmalarda 1/110 olarak saptanmıştı.

Bir bakış açısına göre, tanının artışı ölçütlerin daha esnek olması, kamuoyundaki farkındalık kampanyaları ya da başvuruların kolaylaşması gibi hastalığa ait olmayan etkenlerden kaynaklanıyor olabilir. Erken tanıda artış var: 1994 doğumluların yüzde 12’si, 2000 doğumluların ise yüzde 18’i 3 yaşından önce tanılanmış. Yine de (ABD’de bile) tanısı 4 yaşından sonraya sarkan çocukların oranı yüzde 40.

Tanıyı gerektiren özelliklerde bir artış mı var? Bu soruya kesin bir cevap veremiyoruz. Otizmdeki artışı açıklamak için ortaya atılan (kimisi ciddi bir ürün pazarlama kampanyası ile desteklenen) iddialardan modern çağın temposu, çevremizdeki (besinlerdeki, aşılardaki, havadaki, gebelikte alınan ürünlerdeki) toksik maddeler ya da ailelerin mutsuzluğu gibileri akla yakın gelse de, bugüne kadar yapılan araştırmalar bunların pek geçerli olmadığını gösterdi. Yıllardır toksik madde barındırmayan aşıların uygulandığı ya da çevresel zehirlerin daha iyi denetlendiği ülkelerde de aynı ölçüde artışların olması aynı yönde düşündürüyor. (Sağlıklı beslenme ve toksik maddelerden arınmış bir çevre talebi için otizme sebep olmasına gerek mi var?)

Neden bulma arayışında en sağlam duran genetik (ve buna bağlı ortaya çıkan nörobiyolojik değişikliklere dayalı) bulgular ise henüz açıklayıcı güçten uzak.

Tedavi olarak ne yapılıyor? Duruma sebep olan etkenleri henüz tam olarak belirleyemediysek de, otizm spektrumu bozukluğu belirtilerini hafifletici tedavi teknikleri var: Çocuğun ilgisini arttırıcı, bilişsel ve iletişim donanımını arttırıcı özel eğitim ve uygulamalı davranış analizi uygulamaları, anne-babanın tutum ve yaklaşımlarını düzenleyici eğitimler ile beden kontrolünü ve duyuların eşgüdüm içinde kullanımını sağlayıcı fizyoterapi kökenli duyusal ve ergo-terapi yöntemleri.

Otizmin ilişki ve iletişim alanlarında yarattığı zaafları giderici ilaç tedavileri henüz yok; ancak tekrarlayıcı hareketleri ve dürtü/dikkat problemlerini düzeltici ilaçlardan (çocuk psikiyatrisinin diğer alanlarında olduğu gibi) yararlanabiliyoruz. Otizm belirtileri gösteren çocukların yaklaşık yüzde 20’sinde otizme ek olarak görülen nörolojik bazı hastalıklar (epilepsi ya da kromozomal bozukluklar gibi) için ayrıca tedavi gerekebilir. Bu tedavilerin otizmi iyileştirici etkileri olmasa da, çocuğun gelişimi üzerindeki ek yükleri hafifletici faydaları olabilir.

Çocuk psikiyatrlarının durumu değerlendirmesi, tanıyı kesinleştirmesi ve tedavi ihtiyaçlarını planlaması için gereken zamanın çoğaltılması (hastanelerde sürüme dayalı olarak belirlenmiş 10 dakikalık muayene zamanları ile bunu iyi bir biçimde yapmak zor) ve değişik mesleklerden oluşan bir ekibin oluşturulması için Sağlık Bakanlığı düzeyinde bazı çabaların verimli olmasını diliyoruz. Çocuk psikiyatrlarının sayıları herkesi tek tek görmeye yetmese de, otizmin en iyi ve doğru biçimde tanınmasını, ailelerin yaklaşımlarının geliştirilmesini ve gereken terapilerin yapılmasını sağlamaktaki yetkinlikleri ile sorunun çözümü için çalışanlara fikri önderlik etmeleri beklenir.

Peki, anne-babalar daha uyanıklaşıp çocuklarını vakitlice doktorlara götürdüklerinde, çocuk psikiyatrı veya çocuğu gören uzman hekim problemi tanımlayıp, tedaviyi önerdikten sonra tanılanan çocukların ihtiyacı olan tedaviler ne ölçüde sağlanabiliyor?

Ülkemizde kamu kaynakları tarafından sağlanan ve kalitesi konusunda büyük değişkenlik olan eğitim ve terapi hizmetleri ayda 8 saat. Uluslarası standart hedef ihtiyaç ise haftada 40 saat (3 yaşının altında 25 saat). Çocuklarımızın Amerikalı bir çocuğun 20’de biri kadar süreyle (ücretsiz) alabildiği eğitim ve terapi hizmetinin uluslarası standardı yakalaması için yapılması gereken çok iş var. Ailelerin ve eğitimci ve terapistlerin özverileri ile yürüyen mevcut sistemin yeterliliğinin özellikle evrensel ölçülere kıyasla değerlendirilmesi bu yazının kapsamını aşıyor.
 
***

Oyun düşkünlüğü ne zaman bağımlılık sayılır?

(Vatan gazetesinin sorularına yanıt)

‘Yeni nesil çocuklar teknolojiye çok meraklı. Dört yaşındakiler bile anne babalarının ipadlerini, laptoplarını kullanıyor. Bu durumu neye bağlıyorsunuz? Bu bir bağımlılık yaratır mı? Çocuklara engel olmak gerekir mi ya da nereye kadar engel olunmalı?’

• Oyun ile rahatlama. Çocuk, gündelik hayatında ilgi ve yakınlık bulabileceği yetişkinlerin kendisine yeterli zaman ayıramadığı ya da katı, aşırı sınırlayıcı yaklaştıkları koşullarda, oyun ile rahatlama arar. Bu, bazen sağlığı koruma amaçlı sayılabilecek bir ‘gerçeklikten kaçış’ yöntemi sayılabilir. Bilgisayar oyunlarının, diğer oyunlardan farkı oyunun verdiği zevkin ‘hızlı’ olması, kolay oynanması ve büyük bir başarı hissini doğurmasıdır. Yaptığınız etkinin sonucunu hemen alabilirsiniz. Sizi hiç bekletmez. Bir kaçış yöntemi olmasından ya da zevk alma amaçlı oynanmasından bağımsız olarak, bilgisayar oyunu çocuğu kolayca ve hızla çok mutlu hissettirip, rahat ettirdiği için giderek çocuğun oyuna harcadığı zaman da artar. Görsel olarak sunulan, karmaşık ya da basit ama bir öyküsü olan oyunlar ilgi çeker. Gündelik hayattakine göre daha kolay gerçekleşen ‘toplumsal katılım’, alınan zevki ve oyunu daha fazla oynama arzusunu arttırır. Bütün bunlar tutku düzeyinde bir alışkanlık oluşturabilir. Ancak, çok oyunculu, ‘online’ ve başkalarının kurduğu hayallerin sınırları içinde oynanan oyunlara katılan çocuk ve gençlerin (kimliğini bilmediği, gerçek bir ilişki kurmadığı) sanal kişilere karşı hissettiği sorumluluk, gündelik sorumlulukların (örneğin, okula gitmek, kişisel temizliğini yapmak) ya da gelişimsel ihtiyaçların (bir ergen için arkadaşlarla beraber zaman geçirmek, gündelik fiziki gerçeklik içinde yer almak gibi) önüne geçebilir. Bilgisayar oyunları başka sorumlulukların yerine getirilmesini engellediği, hayatın ana ekseni haline geldiği ve vazgeçilmez olduğu ölçüde oyun bir tutku ya da keyif verici alışkanlık olmaktan çıkıp bağımlılık tanımına uyan bir duruma dönüşebilir.

• Vazgeçilmezlik bağımlılık mıdır? Oynanan oyunun bağımlılık yapma potansiyeli bireyin psikolojik özelliğine (bir arkadaş grubuna dahil olamama, sosyal durumlarda kaygılılık, içe dönüklük, oyunda kazanma hırsı, başarı isteği, mükemmeliyetçilik, bekleyebilme ve tahammül gibi dürtü kontrolüne dayalı işlevlerin henüz tam olmaması gibi), yaşam şekline (yalnız olmayı tercih etme, başkalarıyla yakınlık kurmaktan kaçınma gibi) ve aile özelliklerine (huzursuz ev ortamları gibi) göre değişiklik gösterebilir. Mükemmeliyetçi eğilimleri olan gençler, gündelik hayatta bulamadıkları kusursuzluğu ve hayallerindeki gibi bir dünyada yaşamlarını kontrol edebilme ‘fırsatı’nı elde ettikçe, gündelik gerçeğin dışına çıkma arzuları da güçlenir. Sanal dünyanın yıldızı olmak varken, içeri odadaki aile sofrasının gündelik gerçeğinin kasveti ile yüzleşmek istemezler.

• Tutkuya esir. Hayatla çocuklarımız arasındaki ilişkiyi aksatan her tutkuya karşı çıkabiliriz. Çocukların ne oynadığını bilmek; neyi, neden oynamayacağını tartışmak ve açıklamak, bir zarar doğduğunu hissettiğimizde sınırlama getirmek anne baba olarak bizlerin sorumluluğundadır. Bu vesayetçi yaklaşımı yasakçılıktan nasıl ayırt edeceğiz? Yasakçılık daha ziyade yönetenin (anne-baba) kendisini koruma amaçlı bir yaklaşımından türer. Çocuğa dönük kısıtlamaların çocuğu koruma amaçlı olup olmaması bir ölçüt. Üstelik, anne-babanın çocukla ters düşmekten kaçınması, denetimi zahmetli bulup çocuğu ‘özgür’ (başıboş) bırakması görünüşte yasaklayıcı olmasa da, özünde anne-babanın rahatını koruyucudur.

EĞİTİM YARIŞÇI MI, REKABETÇİ Mİ?

‘Çocuklar çok fazla yarışçı hale geldi. Rekabet duygularını çok net görebiliyoruz. Bunun açılımı sizce nedir? Neden bu kadar ve çok erken yaşta (4-5) bu hale geliyorlar?’

• Çocukların yarış düzenine erkenden girip bir türlü çıkamadıkları bir ülkede yaşıyoruz.  Gelişmiş sayılan birçok ülkede eğitimdeki ayıklama/eleme sistemlerine giderek daha fazla ağırlık veriliyor; çoğunluğa düşük kaliteli eğitim sunulurken, küçük bir azınlık mevcutlar içinde en iyi eğitim olarak tanımlanan bir eğitim olanağına erişebiliyor. O azınlığa dahil olmak isteyen daha kalabalık bir grubun içinden seçilmek için yarışmak zorunda kalmaya yarışçılık demektense bir tür hayatta kalma mücadelesi vermek diyebiliriz. Sonuçta iyi (bireyin ihtiyaçlarına uygun, yeteneklerin gelişimini sağlayıcı, bireyi üretken kılıcı) bir eğitim elde edildiğinden emin olmasak da çocuklarımızın elenip gitmemesi için didinmeyi basitçe bir ‘yarışatı’ karikatürü ile açıklamak mümkün değil. Beyhude ya da nafile bir mücadele olup olmadığı, toplum düzeyinde gidişatı ne kadar etkilediği ise etraflıca tartışılabilir.

• Hayatın süratinin çok arttığı, bilgiye erişim kolaylaşırken bilgiyi kavramanın zorlaştığı bir zamandayız. Çocuklar sınavların kazanılması ve kazanılan okullardan mezun olunması üzerine kurulu bir sistemin içerisindeler; ancak edindikleri bilgilerle ilişkileri bu bilgilerin bir işe yarayacak (sınavda çıkacak sorunun cevabı, ya da ‘ileride’ kullanacak olma) olması dışında bir ölçüte dayanmayınca, öğrenmenin keyfini sürenler pek az oluyor.

• Rekabet ile çatışma arasındaki farkı vurgulamak lazım; rekabet özellikle eşit şartlarda yapılabildiğinde, spor ya da bilgi fark etmez, çocukta kazanma ve kaybetme duygusunun dengeli bir şekilde gelişmesine olanak sağlar. Ancak rekabetin vakitsiz bir biçimde hayatımızda yer alması beraberindeki güç ve fırsat dengesizlikleri ile birleşince, kaybetmemek için hiçbir şey yapmama ya da her şeyi yapma kültürünü üretiyor. Kayıplara tahammülsüz yeni kuşaklar, rakiplerini yok etmeyi rekabetin bir parçası sanarak kendi hayatlarına da zarar verebilirler. Eşit şartlarda çekişme ve yarışma olanağı vermeyen mevcut sınama düzeni ne yazık ki rekabet olarak görülmesi zor bir ayıklama sistemi...