Özgecan’ın ölümü uzun süredir görülmeyen bir şeye yol açtı: Hemen hemen herkes bir şekilde nefessiz kaldığını hissetti. Hiç değilse ilk tepkilerde, iktidara yakın uzak fark etmeden, normalde sevinmemize üzüleceğimiz asgari bir ortaklık vardı: Olan çok korkunç bir şeydi.

Sonra başka şeyler olmaya başladı. Yoğun öfke, “bu suçun cezası idam olmalı” fikrine bir popülerlik kazandırır gibi oldu. Bazıları, sorunun da kaynağı sayılabilecek bir yerden, “pembe otobüs” önerdiler. Neye ya da kime yakın olurlarsa olsunlar onu kirletecek tıynette bazıları ise, kraldan çok kralcılık yapıp galiba bu kez sert kayaya tosladılar.

Twitter’da “#sendeanlat” etiketi ile kadınlar ve erkekler taciz ve erkek egemen kültür konusunda cesur paylaşımlar yaptılar. Sonra, bu feci olay da, o bildik politik kırılmanın yansımalarına sahne olmaya başladı.

Bir ülkede 13 yıldır tek parti iktidarı varsa ve kadına yönelik şiddet istatistiksel olarak artıyorsa, o iktidarın bu konuda hangi önlemleri aldığı, temsilcilerinin söylemlerinin duruma etkileri elbette tartışılır. Fakat kastettiğim bu değil. Bir noktadan itibaren, hayata, dünyaya, insana dair anlam dünyaları yine uzlaşamaz gibi görünmeye başladı, bu kadar temel bir noktada bile.

Yine de, beni bütün bu süreçte en çok umutlandıran şey, tesettürlü hanımların pek çoğundan çıkan cesur sesler oldu. Belki de bütün meselelerin temelinde bir “erkek sorunu” vardı ve bunu, kanaat önderleri bir türlü hakkıyla ele alamasa da, farklı görüşlerden, farklı inanışlardan insanlar paylaşabiliyordu. Yani, hâlâ, hepimiz için ya da çok büyük çoğunluğumuz için hayırlı olabilecek şeyler vardı. Sayıca çok küçük bir yönetici elit hariç hepimize iyi gelebilecek şeyler üzerine düşünmek için bir umut kırıntısı mevcuttu.

Tam bu sırada Taraf gazetesinde bir söyleşi yayımlandı. Murat Belge, “Öyle görünüyor ki, CHP ile yan yana duracağız. Buna CHP’lilerin de açık olması lazım, bizim gibi adamların da… Düşmanca bir tutuma gerek yok” diyordu.

Murat Belge’yle ilgili birkaç ay önce yazdığım yazıda, değerini de teslim etmeye çalışarak, kısa vadeli öngörülerinin problemli olduğuna değinmiştim. Fakat bu kez, bu söyleşide dile getirdiği önerinin doğru veya yanlışlığına dair görüşümü işin içine katmadan, kendisine huzurlarınızda teşekkür etmek istiyorum.

İstiyorum, çünkü, Belge’nin daha birkaç yıl önce neredeyse bütün kötülüklerin anası saydığı bir siyasi gelenekle “yan yana durma” noktasına gelmesinin birkaç olumlu sonucu var. Biri, mesela artık HDP ve CHP’nin bir şekilde yakınlaşmalarını önerenlere yapıştırılacak etiketlerin daha ağırlarını kendisinin kabul etmesi. Diğeri, buna affedersiniz paralel, yaklaşan kritik seçim öncesi daha rahat, yaftalanmaktan çekinmeden, kendimize ve başkalarına fikir değiştirme özgürlüğü tanıyarak konuşabilme ihtimalimizi artırması. Ve belki de, mevcut iktidarın gücünün seçim yoluyla sınırlanmasının, geriletilmesinin, o iktidarın kendisi ve destekçileri dahil hepimizin hayrına olacağının kabulünden geçen, bunun nasıl olabileceğini demokrasi çıtasını da hep en yüksekte tutarak tartışma ihtimalimiz.

1994 yılındaki yerel seçimleri hatırlamakla başlayabiliriz. İstanbul’u ve Ankara’yı RP adayları Recep Tayyip Erdoğan (%25,19) ve Melih Gökçek’in (%21,47) kazandıkları seçimde, CHP, SHP ve DSP adaylarının oy oranı toplamı İstanbul’da %34,1, Ankara’da ise 33,3 idi (o seçimlerden önce, bugünden bakınca “hayatta yapmaz” denilen bazı çevreler de CHP’de ittifak önermişti, bunu da hatırlatalım.)

Belki şimdi durum çok farklı, belki de o kadar farklı değil. Belki de ilkeler bazında ittifak diye tutturmak yanlış. Belki, HDP’nin barajı geçmesi muhtemel. Bana sorarsanız Meclise en fazla 4 partinin gireceği anlaşılan şu anki durumda, HDP ve CHP’nin olabildiğince kuvvetli biçimde parlamentoda yer almaları herkes için en hayırlısı. Ama hepsini bir sakince konuşsak fena mı olur? Kültürel ve siyasal bir çöküş içindeyken, kimseye hesap vermemeye ant içmiş bir şoförün tam gaz uçuruma doğru sürdüğü kapkara bir otobüste giderken, son molada karşımıza çıkan diğer otobüslerin motor gücünü konuşmakla yetinemeyiz değil mi?