Adam otobüse biner binmez burnu harekete geçiyor, kendi kokusuyla işaretlediği bölgeye giren yabancının kokusunu tanımlamaya çalışan bir hayvan gibi burun kanatlarını geniş geniş açarak otobüsteki farklı kokunun kaynağını arıyor. Burun gözleri yönlendiriyor, adam en ön koltukta oturan kadının saçlarını ve tepesine tutturulmuş tokayı görüyor.

Türkiye sinemasının en özel yönetmenlerinden Bilge Olgaç’ın 1986 yapımı filmi Üç Halka Yirmibeş’te Hakan Balamir’in canlandırdığı Sakin karakteri bu müthiş açılış sahnesinde yalnız değil; tamamı erkek olan yolcular kendilerini en ilkel dürtülerinin kontrolüne bırakmış, çiftleşme dansına hazırlanan testosteron depoları gibi ön koltuktan gözlerini alamıyor.

Uygarlık tarihi bir yandan da dürtüleri kontrol altına almanın tarihidir. Dürtüleri yok etmeyiz -istesek de edemeyiz zaten, aksi takdirde tür olarak yok olurduk- ancak öznesi olduğumuz toplumsal yaşamı insanın fiziksel ve zihinsel evrimine uygun biçimde geliştirebilmek, toplumu oluşturan tüm bireyler için eşit ve adil yaşam koşulları oluşturabilmek için uğraşırken onları ‘insani’ olana dönüştürür, ehlileştirir, estetize ederiz. Sanatsal yapıtlardan spor etkinliklerine, kulağımıza çalınan güzel melodiden rengarenk bir bahçe düzenlemesine kadar her şey bunun sonucudur. Uygarlaşma sürecinin kesintiye uğradığı anların ürünüyse tacizciler, tecavüzcüler, kadına haddini bildirirken annesinin diz kapağından tahrik olan dinciler, havadaki kadın parfümü kokusunu tıpkı aç kurtlar gibi takip eden Sakin’lerdir.

Filmografisi başta erkeklik algısı olmak üzere Türkiye’nin önemli sorunlarını tartışmak üzerine kurulu yönetmen Bilge Olgaç kadın olduğu için değil, Yeşilçam diye bilinen o puslu erkek coğrafyasının üretim kodlarından sıyrılmış hikayeler anlatmayı başardığı için özeldir. En maço olmaya aday öykü bile Olgaç’ın sinemasında bir maçoluk araştırmasına ve eleştirisine döner. Mesela tamamı bir cezaevindeki erkek mahkumlar arasında geçen 1971 yapımı Linç‘te erkeklik kültürünün kuruluşunu, yıkılışını ve yeniden kuruluşunu izleriz. Koğuş ağası Fethi’nin kafasını kızdıran adama verdiği ceza bıyıklarını -en görünür erkeklik sembolünü- koparmaktır. Bıyıklar üzerinden işleyen sembolik kastrasyon, birbirini besleyip dönüştüren falluslar arasındaki güç savaşının gösterenidir: Bu bıyık ve fallus çukurunda, siyasi mahkumlar hariç -ki onlar da aşırı mülayim davranmaktadır- herkes birbirinin kuyusunu kazmaya hazırdır. Film kahraman bir ‘erkek’ olma yolunda ilerlediğini zanneden Arap Kadir’in koğuş arkadaşları tarafından linç edilmesine doğru giden süreci gösterir; başı ve sonu eril şiddetle belirlenen, ölümle zirve noktasına ulaşan bir tür erginleşme ayini...

otobusun-kapilarini-kim-kilitledi-437357-1.

Otobüse ve yolcularını taşıdığı kasabaya dönelim: Araçtaki erkeklerin istisnasız hepsi aynı şeyi düşünür: “Bu kız kesinlikle fahişedir, baba dediği yanındaki adam da onun pezevengidir.” İnsanlığın uygarlık birikiminden nasipsizler Gülçiçek adlı bu genç kadını anında fantezi nesnesine dönüştürür. Eşraftan Dursun Ali başta olmak üzere kasabanın genç-yaşlı, evli-bekar tüm erkekleri Gülçiçek’ten başka bir şey düşünemez haldedir. Kasabadaki tek sosyalleşme mekanı olan meyhanenin -tabii burada sadece erkekler sosyalleşmektedir!- duvarına bile Gülçiçek’in fotoğrafını asarlar ama fantezileri bir türlü gerçekleşmez.

Filmin doruk sahnelerinden birinde Gülçiçek meyhaneye girer, Dursun Ali’nin masasına oturur: “Neden şaştınız? Otele üç kez gelip, paralar verip, benimle bir gece yatmak için yalvaran Dursun Ali Beyinizin masasına oturmama çok mu şaştınız?

Kasabaya geldiğim günden beri hepiniz beni konuştu, beni istedi, düşlerinizde benimle seviştiniz, benimle yattınız! Ama sonra çekildiniz geriye, çünkü beni yerse Dursun Ali Beyiniz yer! O da yemek için her şeyi yaptı tabii! Aslında ben hepinizi sevdim, ne kadar iyi insanlarsınız oysa… Ama iyilik yetmiyor tabii… Neden yaşadığınızı bir fark etseniz… Fark etseniz ki, şu Dursun Ali gibi ırzı kırıklar parası bol olduğu için böyle…”

Bilge Olgaç’ın toplumsal cinsiyet kodlarını çözümlediği filmde kasaba kasaba dolaşıp bir panayır çadırında babasıyla birlikte halkacılık yapmaktan başka derdi olmayan Gülçiçek’i kimin oynadığını biliyorsunuzdur belki: Geçen hafta TV’de “Erkek çalışsın. Kadın evde çocuklarını büyütsün, yemeğini yapsın, kocasını karşılasın” diyen Hülya Avşar...

Dünyanın en hastalıklı namus anlayışına karşı tek başına mücadele eden Gülçiçek’le onu canlandıran oyuncunun karakter ve duruşları arasında dağlar kadar fark olması, Avşar’ın yıllardır neredeyse her lafıyla Gülçiçek’i ve o erkekleri aynı otobüse mahkum etmesi ne acayip değil mi?..