Otoriter liberalizmi, ekonomik liberalizmin sivri bir biçimi olarak devlet ve sermayeyi sıkı sıkıya birbirine bağlayan

Militarist güvenlik devletine başkanlık sistemi

Otoriter liberalizmi, ekonomik liberalizmin sivri bir biçimi olarak devlet ve sermayeyi sıkı sıkıya birbirine bağlayan, mevcut burjuva düzeninin muhafazasına dayanan, siyasal özgürlükleri ikincil sayan bir ideoloji olarak tanımlayabiliriz. Kapitalist pazar ekonomisinin ihtiyaçları, demokratik siyasal düzene göre önceliklidir. Bu nedenle otoriter liberalizm, halkın çoğunluğunu şiddet ve baskı yoluyla karar süreçlerinden uzak tutmakla görevli güçlü bir devlete tapar. Burjuva ekonomi teorisinde bu pozisyonu, daha çok Hayek savunmuş, siyasal alanda ise Şili’deki askeri diktatörlük ile gündeme getirilmiş ve siyaset teorisinde Huntington tarafından savunulmuştu. Ona göre, ekonomisi zayıf ülkelerde ekonomik gelişme demokrasiye geçmeye izin verinceye dek, askeri dikatörlükler tarihsel açıdan ilerici bir işlev göreceklerdi.

Friedrich August Hayek “neoliberalizm”in de, Freiburg okulundan Walter Eucken ile birlikte kurucularındandır. 1939 yılında Genf’de bir konferansta kendilerini „neoliberaller“ diye adlandırmışlar, aynı yıllarda İngiltere’de sosyal liberalizmin ekonomik temellerini atan Keynes’e cephe almışlardır. Bir çok solcunun sandığı gibi neoliberalizm, solun sermayenin sınırsız özgürlüğünü savunan bu ekonomistlere verdiği bir ad değil, bizzat kendilerinin seçtiği bir sıfattır. Otoriter veya Almanca deyimiyle „ordoliberalizm“, pazar ekonomisini en yüce değer sayar.  Hayek daha çok bu otoriter liberalizmin savunucusu özelliğiyle anılırken, neoliberalizmin atağına imza atan isim Şikago okulundan Milton Friedman olmuştur. Türkiye’de askeri faşist diktatörlüğün uyğuladığı ekonomi politikası reçetesinin mimarı, işte bu Şikago okuludur. Ancak Türkiye’ye neoliberalizm, o dönem de de ABD hükümetinin danışmanı olan Huntington’un realist siyasal teorisi çerçevesinde otoriter liberalizm olarak aktarılmış ve uygulanmıştır.

Neoliberalizmin iki varyantı diye okuyabileceğimiz otoriter liberalizm ile totaliter liberalizm arasındaki küçük nüans ise, totaliter liberalizmin neoliberal reçeteleri kitle desteğine dayalı sivil siyaset aracılığıyla uygulamasıdır. Otoriter liberallerin kuruluş manifestoları, siyasal alanda totaliter başkanlık sistemine çağrı olarak okunabilir. AKP’de Türkiye’de kimilerinin sandığı gibi, demokratik özgürlükler alanını genişletmekten çok, totaliter liberalizmi oluşturmakla meşgul, emeğin savunmasız hale getirilmesi stratejileri sonucu demokratik özgürlüklerin kullanılamayacağı ortamı inşaa eden bir siyasal kümeleşmedir. Kitlelerde totaliter düzenlere özgü itaat kültürsüzlüğünü alabildiğine yayan, devletle bireyin çıkarlarını dini kisve altında eşitmiş gibi gösteren “büyük Türkiye”ci bir partidir.

Taraf’da AKP yaltakçılığının kalemşörlerinin (Ahmet Altan, Hesaplaşma, 09.10.2010) iddia ettiği gibi bir boğuşma değil, devletin ve toplumun uluslararası ve Türkiye ölçekli sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılmasıdır esas olan trend. Altan’a göre “zenginleşen Andolu”nun temsilcisi AKP, “ordu, yargı ve TÜSİAD’ı” azarlamakta, bu ise “ordu, yargı ve zenginler”in güç kaybettiğini göstermektedir. Bu yaklaşıma göre “zenginleşen Anadolu, iktidarı istiyor.” TÜSİAD ise, “eski devlet yapısıyla geçmişten gelen kuvvetli bağları” nedeniyle değişimi kavrayamıyor ve güç kaybediyor. “Anadolu zenginlerinin çoğunluğu ise muhafazakâr ve ‘eski devlet’ nezdinde çok da muteber değiller, o yüzden bu zenginler servetlerini halktan ve dünyadan kazandılar.” “Tam aksine devlete ve devletle bağlantılı olanlara muhalifler. Geçmişten kalan bir ‘hesaplaşma’ istekleri var. Bugün onlar adına AKP hesaplaşıyor ‘eski’ güçlülerle. Hepsini de teker teker yeniyor…  AKP bunları yeniyor çünkü AKP ‘değişmek isteyenleri ve değiştirecek gücü olanları’ temsil ediyor.”

Anadolu’nun zenginlerine bakınız, hangisi devlet eliyle devlet ihalelerinde, otoriter liberalizmin susturduğu işçi sınıfının vahşi çalışma koşullarından nemalanarak büyümemiştir? MÜSİAD giderek büyümesini, AKP’de dahil 12 Eylül koşullarının hükümetlerine borçludur. Sermaye içi çelişkilerde, bir kanat devlet yanlısı, diğeri devlet karşıtı değil, ikisi de devlet yanlısıdır. Zaten neoliberalizm, toplumsal çatışmalar alanı olan devlet üzerindeki sermaye etkisini mutlaklaştırmak, devlet denetimindeki toplumsal kaynakları kendi çıkarları için talan etmek hedeflidir. “Anadolu aslanları” bu anlamda devlete karşı demokrasi mücadelesi değil, sermayenin en basit ve arkaik dürtüsüyle pastadan pay kavgası yapmaktadırlar. Kimi liberal ve “sol” sıfatlı liberallerin sandığı gibi devleti geriletip küçültmemekte, tam tersine vergilerin artırılması, harcamalarda teşviklerle ve özelleştirmelerle kendilerine halkın genel ihtiyaçlarına oranla daha fazla pay aktarılması anlamında büyütüyorlar.

AKP’de devleti yeniden yapılandırırken militarist karakterinden uzaklaştırmıyor, bugünkü sermaye düzeninin çıkarlarını daha etkin bir şekilde savunmak üzere zor aygıtlarını profesyonelleştirip, polisiye güçleri modernleştiriyor (askeri ve polisiye harcamaların, AKP dönemindeki yükselişine bir göz atmak bunu görmek için yeterli bir veri). Devlet daha da hiyerarşikleştirerek, güçler ayrımı ilkesinin zaten işlemeyen engellerinden kurtulmak, modern ekonominin deyimiyle “efektif” bir aygıt haline getirmeye çalışıyor. Bu efektif aygıtın ise, mümkün olduğunca karar süreçlerini demokratik kurumların denetiminden çıkararak hızlandıracak “efektif” yönetime ihtiyacı var. Bu ise, ordoliberalizmin başkanlık sistemi özlemiyle giderilmeye çalışılacak ve bu şekilde “totaliter” liberalizme sıçranacak. Tüm “demokrasi” şarlatanlığının ardındaki siyasal kavganın özü bu. Bu düzende ise TÜSİAD da MÜSİAD da, “Anadolu zenginleri” de İstanbul zenginleri de sermayelerini, “halktan ve dünyadan“ (Ahmet Altan’ın yasısındaki bu tek doğruyu da şöyle düzeltmek gerekli: emekçi halktan, dünya halklarından ve doğa sömürüsü anlamında dünyadan) kazanıyorlar!

Türkiye’de, işte  bu militarist güvenlik devletine başkanlık yolunda hızla ilerlemektedir.

Not: “Sol” liberal ve liberal çevrelere hatırlatmakta fayda var. Neoliberal düşünürlerin tamamı aynı zamanda dindardır ve en iyi dinin Hayek’in söylediği gibi “üreme ihtiyacını” (siz kapitalizme işçi yetiştirme ihtiyacı olarak okuyunuz) “ekonominin serbestleştirilip desteklenmesiyle” birleştiren din olduğunu düşünürler. AKP’de fazla çocuk çağrısıyla birincisini, tüm diğer önlemleriyle de ikincisini en iyi yapmaya çalışan neliberalizm şampiyonu-dindar bir topluluktur.