Barış süreciyle umuda kapılmış, rahat nefes almaya başlamış ülkeye ve topluma yine kıyım, yine acı reva görülmekte. Bir yanda terör odakları, gladyolar, MİT ajanları gibi karşılıklı suçlamalar almış başını gidiyor, öte yanda masaya terör ve savaş kartı sürülmekte. Yeraltında neler döndüğünü tam bilemiyoruz ama gördüğümüz, iktidarlarından ve güçlerinden fedakârlık etmek istemeyenlerin bunun bedelini insanlara ve bu topluma ödettiği... Artan PKK terörünün de, hükümetin barış sürecini sabote etmesinin de toplum için anlamı bu! Barış için gereken fedakârlığı yapmak yerine, insanları birbirine düşürmeyi, silahları devreye sokmayı, kini, öfkeyi hortlatmayı seçtiler.

Bu noktaya gelmemizde en başta hükümetin sorumlu olduğu açık. Barış sürecini ciddiye almamakla da, HDP’ye saldırmakla da olan bitenlere davetiye çıkardılar. Örneğin, hadi terörle mücadele etmek görevin de, HDP’ye saldırmanın anlamı ne? Tam bir akıl tutulması! Parti kapatılmasına karşıydılar; şimdi HDP’nin kapatılmasını masaya sürüyorlar! Savaş yerine siyaseten çözüm istiyorlardı, şimdi Meclis’e girmiş partiye siyaset yasağı getirmeye çalışıyorlar! Dağa çıkanları ovaya indireceklerdi, şimdi ovada siyaset yapanları terörist yerine koyuyorlar!

İktidarları zora girdi ya, savundukları, söyledikleri ne varsa hükümsüz! Demokratik açılımlar, şehit cenazelerine son vermekle övünmeler, akil adamlar filan, hepsi, göstermelikmiş! Dolmabahçe Mutabakatı diye ortak bir beyana bile gelinmişken, şimdi “ne mutabakatı” demekteler!

Gerçi baştan beri barış sürecinden ne anlayıp, neyi kastettikleri konusunda kuşkularımız vardı. Kaldı ki, Erdoğan’ın demokrasiye araç olmanın dışında bir değer vermediği ortadayken, Kürtlerle neyin müzakere edileceği, nasıl uzlaşılacağı meselesi de karşımızda duruyordu. Yine de, barış sürecine dair olumsuz konuşmaktan kaçınıyor, bir umut, barış sürecinin çözüm sürecine dönmesini bekliyorduk.

Ne yazık ki, kuşkulananlar haklı çıktı. İktidarda kalmanın her şeyin önüne geçtiği bir iktidarla, demokrasi gibi barış da olmayacakmış! Şimdi, bir yanda terör kartını masaya sürerek Türkiye’yi yeni acılara sürüklerken, öte yandan hükümet kurmanın da önünü tıkıyorlar. Bunlar yetmezmiş gibi, bir de Kürtlerin siyaset yapmalarını sabote etmek var ki, bu yolun, yalnız Kürtler için değil, Türkiye için felaket demek olduğunu görmemek için ancak “iktidar körü” olmak gerek!

Oysa HDP ile Kürtlerin siyaset yapma fırsatının, teröre ve savaşa karşı en güçlü silah ve güvence olduğuna yadsımak mümkün değil. Kuşkusuz, oynanacak rolün, kendine göre sınırları ve koşulları var. Demirtaş, Ezgi Başaran’la söyleşisinde, barış politikasından söz ederken bunu vurguluyor. “Kamuoyu HDP’den bir barış rolü oynaması beklentisi içerisindeyse bizim bu pozisyonumuzu iyi anlaması gerekiyor. Bu pozisyon herkes için değerli bir pozisyondur. Şu anda yeryüzünde Ankara-Kandil ve İmralı ile görüşebilen tek siyasi parti biziz. Türkiye kamuoyu HDP’nin bu rolünün ne kadar işlevsel olduğunu görebilmeli. Biz pratik bir iş yapıyoruz. Yoksa sabah, öğlen, akşam herkesin istediği açıklamaları HDP yapsa, hiçbir pratik sonuç alamayacağız. Ölümleri durdurabilecek işler yapmak istiyoruz. Dağdakinin annesi de bizden bunu istiyor, askerdekinin annesi de.”

Öyle görünüyor ki, bu işlevsel rol birilerine batmış! Yalnız hükümetin değil, PKK’nın da HDP’nin güçlenmesinden rahatsızlık duyduğu düşünenler var ki haksız değiller. Barış sürecinin AKP yerine HDP’ye yaradığı anlaşıldığından beri AKP’nin artık barıştan değil, kinden, düşmanlıktan, ayrışmadan medet umması gibi, PKK’nın da konumu ve gücünü korumak adına HDP’yi geri plana itmek istediğini söylemek mümkün. Bunlar anlaşılır da, toplumsal barış adına yola çıkmış bir siyasal partiyi işlevsiz bırakmanın bedelinin büyük olacağını da, bu bedelin kendi sonlarını da getireceğini düşünmek lazım.

Bugünlerde okuduğum bir kitap var; Bütün Ruhlar Günü . Kendini gözlemci konuma koyan bir adamın, geçmiş,-bugün, yaşam-ölüm, geçicilik-kalıcılık, tarihe mal olanlar-sıradan yaşamlar gibi birçok şey üzerine kafa yoruşları üzerine nefis bir kitap. Bir yerde, “...böylece o gerçekleri seyretmek bizi acıdan koruyan bir zırh oluyor” diyerek insanların yaşanan felaketler karşısında duyarsızlaşmasına değinirken, devamında da “... bir tarih yazılıyor, bu bir mucize ama bununla hiçbir alakamız olsun istemiyoruz...” deyişi var ki, tarih yazımında görmezlikten geldiğimiz rolümüzü hatırlatıyor.

Burada da her gün tarih yazılıyor. Ve geçmiş gibi gelecekteki tarihimizin de acılar, savaşlar, intikamlar, ihanetler tarihi olmaması için, silah alıp vuruşanlardan televizyonda seyredenlere, siyasetçisinden aydınına, karar vericisinden sokaktaki vatandaşına kadar hepimizi ilgilendiren bir soru var: “Bu ülkenin tarihi daha ne kadar acı ve zulümle, savaş ve ölümle yazılacak?”

[1] Cees Noteboom , “Bütün Ruhlar Günü”, YKY yayınları.