Bugün öykü, kurgusunda kendi açıklamasını yapıyorsa bunun nedenlerinde eleştiri mekanizmasına duyulan güvensizliğe de bakılmalı. İhtiyaç duyduğumuz, yeni yazarlar kadar yeni eleştirinin de gelişmesi kuşkusuz

Öyküde yeniyi düşünen dil

FADİME USLU

Sokağın dili, ele avuca sığmayan hınzır dil, oyunsu, muzip, politik, özenli dil, Gezi’nin dili, pırıl pırıl parıldayan şiirsel dil, dil evreni, dil atmosferi, dil bütünlüğü, dil temposu, ahengi, müziğiyle bir besteye dönüşen dil… kendi olan, kendini koruyan kunt dil, bağıran, usul usul bir ırmak gibi akan, coşkunluğuyla çağıldayan dil, ikna eden, iktidarlığını dayatan, tepeden bakan ayrımcı eril dil, göçebe dil, anlamını, bugünüyle dününü, farklı coğrafyalardaki kültürel bağlantılarını sorgulayan arayışın dili, elitist dil, mağdurun mazlumun dili, rüyanın, masalın, fantastiğin dili, müstakil dil, yeni dil, dilin yorumu her yerde her biçimde; peki, dilin yorumunun yorumu gerçekte nerede?

Dili sözcüklerin kabuğu olarak kabul edip cümle kuruluşundaki düzenle, cümlelerin birbirleriyle uyumundaki estetik yönelimle açıkladığımızda bir şeyler eksik kalır. Çünkü dil bir bütündür; izlenimleri söyleme biçiminin kendisidir. Maksadın aynasında beliren şeydir. İzlenimse, mutlaka içinde bir durumu barındırır; aktarıldığı anda hikâyesi olmasa bile farklı yollardan hikâye üretir; en azından aktarılanı olduğu için. İzlenim, kendisini var eden hiçbir değerden, sistemden, yapıdan ayrılmaz. Geçmişten aktarılan, günümüzün dünyasında oluşan sonsuz imajlardan kendine bir alan açmaya çalışan sanatçının seçtiği sözcüklerle yansıttığı izlenimler verili bilgilerden bağımsız olmadığı için üzerinde konuşmamış olsa bile politik, teknik ve ekonomiktir. Bunları nasıl kullandığı sanatçının tavrını belirler. Sonuçta hâkim bir sistemin düzenleyicisidir yazar ve şairler. Hiçbir dilsel düzey politikadan bağımsız olmadığı için bir eseri yorumlarken ayrıca politik dil vurgusu yapmak gereksizdir.
Dili aynı zamanda ses, dolayısıyla sessizlik olarak kabul eden yazarlar söylenmemiş sözlere gizlenen bağlantılar kurmaya çalışır. Anlamlı suskunluklarda konuşmaya başlayan hikâyeler yaratır böylece. Bunca telaşın, algı karmaşasının olduğu günümüz koşullarında edebiyatımızda pek çok öykü yazarının türün doğası budur diyerek bu anlayışa bağlı kaldığını görüyorum. Öykü için bir gelenekten söz etmek gerekirse sesin sessizliğinde anlam üretmenin doğasına bağlı kalmak asıl gelenektir, kanımca.

Yazarın, şairin izlenimlerinde meselesinin özünü derinleştirmek için kurguya, söyleyiş biçimine getirdiği yeni, bizim yeniye olan inancımızla da ilgilidir. Bir gün öncesini bile tüketmeye, sürekli yeniye sahip olmaya koşullanmış bir algı biçimi de çoktan eskimiştir bugün. Ülkemizde entelektüel üretimlerin içeriğinin gelişimdeki yavaşlık düşünüldüğünde yeni algımızı yeni baştan kurmak için de zamana ihtiyaç var elbette.
İsim olarak yeni, en yenilerden kendini kanıtlamış yazarların yönelimlerinde; kurguda, söylemde bir biçimde eskiyle hesaplaşmanın izleri okunuyor. İçinde yaşadığımız zamanı, sitemi bir bütün olarak düşünen hikâyeler anlatılıyor genellikle. Durumların üstünü örten örtüyü kaldırıp altında yatan hakikatin gösterilmesine odaklı bir anlayıştan doğan dil yapısı çıkıyor karşımıza. Bir anda her şeyi söyleme kaygısı. Öyle ki, eleştirmenin yerine geçiyor kimi zaman anlatıcılar. Açıklayan anlatıcılar, hikâyesindeki gizli bilgiyi dahi söylemekten kaçınmıyor. Hikâyelerin merkezinde dokusu değişen kentler, kişilerin mekânda ve zamandaki göçebelik hâlleri var genellikle.

Öyküdeki bilinirliği yeni olan Onur Akyıl, Dün Gece Çok Gençtim adlı kitabındaki öykülerinde şiirle düzyazının arasındaki o sonsuz gerilimden doğan bir dil kuruyor. Kitabın arka kapağında Akyıl için “lirik bir anlatım yakalamış,” deniyor. Lirizmin duyguyu barok ışığı gibi patlatmaya yönelik tavrıyla anlattığı modern hikâyelerin katı, soğuk yapısından doğan bir gerilimi işliyor. İçi boşalmış politik inançları, kof cinselliği, birdenbire başlayıp biten aşk, ilişki denemeyecek birliktelikleri, aklın tükenişini anlatıyor daha çok. Dizelerle biçimlenmiş düzyazının olası risklerini büyük ölçüde gidermiş Akyıl. Hikâyeler kimi öykülerde bir elçi gibi duruyor; yazarının düşüncesini göstermeye, gösterirken açıklamaya koşullanmış bir elçi bu. Kitaba adını veren öyküsüyle ‘Güneyden’ başlıklı öykü dilin temposuyla, gizlerini saklaması konusunda öykü estetiğine yeni bir bakış getiriyor. Kurguyu numaralandırarak bölüyor ama aynı noktada merkez hikâyeye bağlıyor. Sonuçta anlatılmamasına karşın anlatılan bir hikâye çıkıyor karşımıza. Bir yerde, “Yaşayarak ölmek, sıradan bir iş ne de olsa,” diyor (s.16) yazar. Yaşayarak yaşantı kadar ölümü de biriktirdiğimiz bir gerçek, bu söylemde yeni bir bilgi olmadığı gibi söyleyiş biçiminde de farklılığı göremiyoruz.


Diğer türlerde olduğu gibi Osmanlıca ilgisi pek çok eserin ana dil yönsemesi. Emrah Öztürk de Anlatamıyorum başlıklı öykü kitabında Osmanlıca’yı bugünün Türkçesiyle bir arada kullanıyor. ‘Dışardakiler’ öyküsünde “Tülün ardındaki kent, büyüyen bir dil gibi,” diyor Öztürk. O büyüyen dilin sancısını duyuyor; sahibi olan yaralı ağzın içinde dönenirken yapabildiği her hareketi, hareketsizliğindeki bekleyen acıyı hissediyor. Günbegün büyümesini, acının geçmişten gelip bugüne aktarılan zamanını da. Sözünü de aynı doğrultuda kuruyor; geçmişten devraldığı sözcükleri şimdiki zamanın söyleme biçimiyle parçalanmış kurgu yapısıyla, cümleleri gerektiğinde beklenmedik noktalarda bölerek parçalanmış düşünce yapısını resmediyor.

İlk öykü kitabı Günün O Belirsiz Vaktinde ile okur karşısına çıkan Emir Çubukçu öykülerinde dil düzeyinde sıklıkla nüanslar oluşturuyor ve bunları hikâyesinin meselesinden biri yapıyor. Yakın anlamlı sözcüklerin arasındaki ince farkları vurguluyor genellikle. Durumları da bu dikkatle örüyor. Kaleminin görüş alanı içerideyse kendi içine kapalı bir dil aurası kuruyor, dış dünyaya yöneldiğinde değişen görüş mesafesiyle birlikte nesnel tavrını ortaya koyuyor. Köklere vurgu yapan Çubukçu, sözgelimi Afetten Sonra öyküsünü büyülü gerçeklikten aldığı mirası Anadolu’nun folklorik söylemiyle, dilin düşüncesindeki yaratıcılığı ortaya çıkararak örüyor. Öyküdeki geçmiş hikâyelerin taşıyıcısı Nene karakterinden hikâyeler dinleyen ve bize aktaran anlatıcı, dil yapısında öykü geleneğiyle arasındaki bağını da aktarıyor. “Nenem, o buruşuk bedeniyle birlikte bütün hikâyelerini de alıp toprakta eridikten sonra, ben de hikâyeler anlatmaya başladığımda hani, aynı hüznü duydum da anladım,” diyor (s.44) anlatıcı. Emir Çubukçu, hikâye anlatma biçiminin yönünü, satır aralarında dolaylı yollardan aktarıyor.
Ortak hafızamızda geçmişe ait yeni düşüncesini oluşturan elli kuşağı öykücülerinde ortak yönelim araştırma merakıydı. Sözü söylemedeki yenilik araştırması. Dönemin eleştirmenlerinin (Bugün yaklaşımı pek çok yönden eleştirilen eleştirmenlerin) dillerindeki tavır da netti. Keskindi. Yönlendiriciydi. Bugün öykü, kurgusunda kendi açıklamasını yapıyorsa bunun nedenlerinde eleştiri mekanizmasına duyulan güvensizliğe de bakılmalı. İhtiyaç duyduğumuz, yeni yazarlar kadar yeni eleştirinin de gelişmesi kuşkusuz.