Attila Aşut

yazievi@yahoo.com

Geride bıraktığımız 14 Şubat, “Sevgililer Günü” olmanın yanı sıra “Dünya Öykü Günü”ydü. Bu yılki “Öykü Günü” bildirisini Feyza Hepçilingirler kaleme aldı. Bildirinin bir yerinde şöyle deniyordu:

“Tiyatro, sinema, opera, bale hep bir öyküye dayanır. Bir bestede, bir resimde öykü olmadığını kim söyleyebilir? Hele edebiyat… Her türüyle öyküye dayar sırtını. Şiir bir öyküyü fısıldar ya da sezdirirken deneme öyküden yola çıkar ya da öyküye varır.”

Yani tüm sanatların içinde “öykü” olduğunu söylüyor değerli yazarımız.

Kimi çevrelerde, “hikâye” ve “öykü” sözcüklerini ayrıştırma düşüncesi vardır. Hepçilingirler arkadaşımız da bir zamanlar bu eğilimdeydi. 2011 yılında Çağdaş Türk Dili dergisinde yazdığım bir yazıda bu eğilimi eleştirmiş ve gerçekte anlamdaş olan iki sözcüğü ayrıştırmanın doğru bir yaklaşım olmadığını belirtmiştim.

Artık aşıldığını ve geride kaldığını düşündüğüm bu tartışmayı, M. Sadık Aslankara arkadaşımız, iki hafta önce Cumhuriyet Kitap’taki (8 Şubat 2018) “Kitaplar Adası”nda ateşledi yeniden.

Aslankara, “ ‘Öykü’nün Hikâyesi…” başlıklı yazısında, Murat Gülsoy ve Feridun Andaç’ın iki kitabından (“602. Gece” ve “Öykü Yazmak Hikâye Anlatmak”) yola çıkarak “hikâye” ve “öykü” sözcükleri arasında anlam ayrılığı olduğunu söylüyor. Değerli dostum, konuyu yeniden gündeme taşırken, benim ÇTD’deki yazıma da değinerek şöyle diyor:

“Hoş, gündelik yaşamda ‘öykü’ terimini ‘hikâye’nin karşılığında kullandığımız bir gerçek. (…) Attila Aşut, sürece dönük geniş özetleme ardından ‘eşanlamlı sözcük’ olarak aldığı ikili için ‘öykü, hikâye sözcüğünün tam karşılığıdır’ yargısına varıyor ilgiyi hak eden yazısında. (Bak: Çağdaş Türk Dili, Şubat 2011, Sayı: 276)”

Alıntı yapılan “Öykü Başka, Hikâye Başka mı?” başlıklı yazımda, Feyza Hepçilingirler’in “hikâye” ve “öykü” sözcüklerine ayrı anlamlar yüklemesine karşı çıkmıştım. Çünkü Hepçilingirler, İmge Öyküler dergisinin ilk sayısında (Şubat-Mart 2005), “Hikâye’yi tümden atamayacağımıza göre nerelerde hikâye, nerelerde öykü diyeceğiz?Bunu tartışmak istiyorum” demiş ve Atilla Özkırımlı’nın Türk Edebiyatı Ansiklopedisi’nde önerdiği yönteme başvurarak, “Geçmişteki örnekler için hikâye, çağdaş örnekler için öykü diyelim” önermesinde bulunmuştu. Kendisine verdiğim yanıtı burada özetleyerek aktarmak isterim:

“Özellikle Dil Devrimi’ni içtenlikle benimsemiş yazarların, yazım kuralları ve kimi yeni sözcükler konusunda tutucu çevrelerin yaratmak istediği kafa karışıklığına katkıda bulunmaları gerçekten çok üzücü. ‘Öykü’ sözcüğünün tarihi, ‘hikâye’ye göre çok yenidir. 1950’lerde, Nurullah Ataç’ın dilimize kazandırdığı bir sözcüktür. Peki,‘öykü’ sözcüğü türetilmeden önce öykü yazılmıyor muydu? Yazılıyorsa, bu anlatı türüne ne ad veriliyordu? Tüm öykü yazarlarımız o tarihte ‘hikâyeci’ olarak anılmıyor muydu?

Ataç, başka bir yazınsal türün adı olarak önermedi ‘öykü’ sözcüğünü, düpedüz ‘hikâye’ karşılığı olarak kullandı. Süreç içinde anlatı türlerinin yapısı, biçimi, içeriği değişebilir. Yalnız anlatı türleri için değil, tüm sanat dalları için de geçerlidir bu kural. Değişmeyen, gelişmeyen, dönüşmeyen ne var ki dünyada? Resim, mağara duvarlarına çizildiği çağdan günümüze değişmedi mi? Türk şiiri, Divan Edebiyatı’nda mı kaldı? Taş ve metallerden yapılmış yapıtlara eskiden ‘heykel’ diyorduk. Sonra bu Arapça sözcüğün Türkçe karşılığını türettik. Artık ‘heykel’ değil ‘yontu’ sözcüğünü kullanıyoruz. ‘Öykü’ için ileri sürülen ölçüte uyacak olursak, Antik çağ ürünlerine ‘heykel’, çağdaş yapıtlara ‘yontu’ dememiz gerekecek!”

•••

“Geçmişteki örnekler için hikâye, çağdaş örnekler için öykü” diyeceksek, sözgelimi Milli Eğitim Bakanlığı “Dünya Klasikleri Dizisi”nden çıkan ve Hayrünnisa Boratav’ın çevirdiği “Çin Öyküleri”ni, Sabri Esat Siyavuşgil’in Alphonse Daudet’den çevirdiği “Pazartesi Öyküleri”ni, Ataol Behramoğlu’nun Puşkin’nden çevirdiği “Biyelkin’in Öyküleri”ni, Hasan Bıçakçı’nın Gogol’den çevirdiği “İvan İvanoviç İle İvan Nikiforoviç’in Öyküsü”nü, Nurettin Sevin’in Oscar Wilde’dan çevirdiği “Öyküler” adlı kitabını ve daha başkalarını nereye koyacağız?

Bir de Stendhal’den Hamdi Varoğlu’nun çevirdiği “İtalya Hikâyeleri” var. Kapakta “hikâye” sözcüğünü kullanmış çevirmen ama önsözde şöyle diyor:

“Stendhal, yaşamının sonlarına doğru, eski İtalyanca el yazmalarından, Ortaçağ ve Rönesans’ın yabanıl tutkularını kopya etmek merakına düşmüş ve böylece, bugün okuyucularıma sunduğum öyküler ortaya çıkmıştır.”

Hamdi Varoğlu’nun da “hikâye” ile “öykü” sözcüğünü eşanlamlı kullandığı açık değil mi?

Peki, Gustav Schwab’ın yazdığı ve Akın Kanat’ın dilimize “Ortaçağ’dan Mitolojik Öyküler” adıyla çevirdiği kitabı (İlya Yayınları, 2005) Özkırımlı’nın tanımının neresine koyacaksınız? Mitolojik anlatılara bile artık “öykü” dendiğine göre, “geçmiştekine hikâye, günümüzdekine öykü diyelim” yaklaşımının bir anlamı kalıyor mu?

Aslankara arkadaşımız da yazısında benzer bir yaklaşım sergiliyor. Ele aldığı iki yapıttan edindiği izlenimle, “öykü” ve “hikâye” arasında şöyle bir anlam ayrıştırmasına gidiyor: “Öykü soyundurmaz giydirir, açmaz örter, söylemez susar, anlatmaz kurgular, özetlemez yaşatır. (…) Öyleyse anlatı biçimi olarak hikâyenin, ‘bilinebilirlik’, ‘ortaklaşalık’, öykünün ise ‘bilinemezlik’, ‘öznellik’ gibi zıt temeller üzerine oturtulduğu söylenebilir.”

Çok soyut nitelemeler bunlar! Ataç, Arapça “hikâye”ye karşılık “öykü” sözcüğünü türetmeseydi siz bu ayırımı nasıl yapacaktınız?

Bir daha söylüyorum: ‘Öykü’ sözcüğü ‘hikâye’nin tam karşılığıdır, anlamdaşıdır; bu amaçla türetilmiştir.
Ataç usta iyi ki yaşamıyor! Yoksa “hikâye başka, öykü başka” diyenleri fena fırçalardı!