Öykünün umut vaat edeni!

Mehmet Özçataloğlu

Öykünün şiir üzerinde egemenliğini ilan ettiği bir dönemdeyiz. Yazmak isteyip de eline kalem alanların doğrudan şiire yöneldiği günlerden geliyoruz bugünlere. Öykü tarihimize dönüp bir bakalım. Şiire bulaşmamış öykücü yok gibidir neredeyse. Hatta öykü öylesine öne çıktı ki romanı da geride bıraktı diyebilirim. Tabi yayın rakamlarını görmeden kesin konuşmak doğru olmaz. Fakat şu bir gerçek ki; tuğla büyüklüğünde romanlarla karşılaşmıyoruz artık çok fazla. Bunda da öykünün etkisi olduğu muhakkak. Çünkü içinde bulunduğumuz hız çağında bilgi akışına da yetişebilmek hepimizin ortak kaygısı. Dolayısıyla zaman çok değerli. Ve artık okur da uzun uzun yazılmış kitaplarla, metinlerle haşır neşir olmak istemiyor.

Öykücülüğümüz Ahmet Midhat Efendi’yle başlasa da ilk anda akla gelen isim sorulunca bu denli geriye gitmek pek olanaklı olmuyor. Sanırım öykü tarihimizi Ömer Seyfettin’le başlatıyoruz genel olarak. Onunla birlikte Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin ve Refik Halit Karay o dönemin önemli isimleri. Detaylara inmeden hızlı bir şekilde yol almak gerekirse, Sabahattin Ali’nin, adını saydığımız öykücülerden sonraki temsilci olduğunu söyleyebiliriz. Ve sonrasında da Sait Faik’e uzanan bir süreç. Öykücülüğün zirvesinde yer alan ve oradan da hiç inmeyen Sait Faik’in ardından 50 Kuşağı öykücüleri gelir ki onların da etkisi hâlâ görülebilmekte öykünün üzerinde. Bundan sonrası da yıl yıl anlatılabilir ve isim isim telaffuz edilebilir fakat o bu yazının konusu değil.

Biz gelelim öykünün bugünkü temsilcilerine. Pelin Buzluk, Melisa Kesmez, Hakkı İnanç, Ahmet Büke ve daha nice kıymetli ismin yanına eklenen isimlerden biri Emir Çubukçu’dur bugünlerde. Can Yayınları tarafından yayımlanan 'Günün O Belirsiz Vaktinde' ilk öykü kitabı olmasına rağmen hiç de öyle bir görüntü ve tat vermiyor. Oturmuş bir üslup, sonunu merak ettiren bir tarzı var yazarın. Sonunu merak ettiriyor çünkü öykülerinin can alıcı noktaları, anlam bütünlüğünü sağlayan ya da var olan anlamı ortaya çıkaran noktalar öykülerinin son tümcelerinde yer alıyor. Ayrıca güncel sorunları kendisine konu edinmesi de bu konuların önümüzdeki dönemde öykümüze nasıl yansıyacağının göstergesi olabilir.

Henüz otuz yaşını bile görmemiş yazarın önünde uzun yıllar olduğunu umarak söylersem öykü dünyasında adı kalacaktır. Öyküye yönelik sağlam bir bakışı var Çubukçu’nun. Kitaba adını da veren öyküden şu satırlara bir bakalım: “Günün en belirsiz vaktinde çıkardım. En grisinde saatin. Ya akşam alacasında, ya sabah ayazında. O belirsizlik ince tül halidir doğanın. Gündüzünde güneş ile gecesinde yıldız ile kazandığı anlamı, aydınlığın ve karanlığın kallavi hâkimiyetini yok eder kendi eliyle. Önce korkutur. Ama bir hissedince belirsizliğin ince dokunuşunu bir daha vaz geçemez insan. Hep o vakti arar. Bekler. Bekleyene cömerttir doğa. Günde iki kere emekliye ayırır kendini kendinden. Fazla kalmaz ama kısacık bir şimşek çakması gibi gelir geçer o emeklilik. Hemen yeniler kendini. Başlar çalışmaya hiçbir şey olmamış gibi. İşte o kısacık zamanda, batarken ile doğarken ya da doğarken ile batarken arasında yapılması gerekir yapılacak olanın. Ben de öyle yapardım. Öyle arardım. O gün de öyle yaptım, günün en belirsiz vaktinde çıktım...”/ s.73

Edebiyat dünyasının her geçen gün biraz daha piyasalaştığı, ödüllerin anlamsızlaştığı ve tüm bunlar olurken de okurun kafasının da karıştığı bir dönemde Emir Çubukçu’nun öyküleri bir umut ışığı olarak geldi.