Bir yolu olmalı geveze kederlere teslim olmak yerine, yeri gelince öfkeye inanmanın.

Öyle mutsuzuz ki kuşlar göçüyor

> NERMİN YILDIRIM

Mutsuzluk bulaşıcı bir hastalık; birilerinin parmaklarından birilerinin saç diplerine, öbürünün gözlerinden berikinin kırık dökük tebessümüne doğru sinsi sinsi yayılıyor.

Bir gazete haberinin, başsağlığı cümlesinin, yahut uzaklara kilitlenmiş suskun bir bakışın kollarında geliveriyor. İstenmeyen misafir, ama hep uzun kalıyor. Sonra bir bakmışsın, evi ele geçirmiş; kabın kacağın yerini değiştirmiş, üçlü koltuğa boylu boyunca yerleşmiş, açmış mesela televizyonda bir izdivaç programı izliyor. Yayılmacı, kesinlikle yayılmacı bir politika güdüyor.

Alemin seyrüseferi ağırlaşıyor o gelince; gün bitmiyor, gece bitmiyor, Saatli Maarif bile zar zor yırtılıyor. Ama sonra bakıyorsun ömür geçmiş! Ne ara olmuş bu, aklın almıyor.

Öyle mutsuzsun ki, yazın en kavurucu zamanında mesela, kuşlar göçüyor. Gökyüzüne karışarak kaçışları; sanki hiç gelmemiş, hiç kalmamış gibi, öyle uzak, öyle yabancı kanat çırpışları, vaktiyle kurulmuş tekmil tatlı hayalin insafsız vedasına benziyor.

Sahi, sıcak ülkeler peşinde değillerse, bu kuşlar niye göçer ki? Hem geride kalanlar yapayalnızken, nasıl oluyor da onların gidişi bile böyle kalabalık ve debdebeli?

Eskiden mutsuzluğun müstakil olduğunu düşünürdün. Sonra kamusallaştı, kurumsallaştı, sen üstüne kat çıktıkça o da içinden çıkılmaz bir hal aldı.

Şimdi yine şahsi sebeplerin var telef olmak için. Ama hayat artık şahsi oynayabileceğin bir oyun değil. Çoğu kez umumi virüslerden nasipleniyor, hatta zaman zaman zehri damarlarına bile isteye zerk ediyorsun. Çünkü herkes hastayken sıhhatli kalmak, cümlesi ölürken yaşamaya benziyor. Zor, çok zor geliyor.

Bilgisayarında, televizyonunda, gazete sayfalarında ve dost toplantılarında, hep o feci fotoğraflar uçuşuyor: Babalarının kollarında sonsuzluğa uzatılan noktalar gibi göğe kaldırılmış çocuk cesetleri; kederli halkların kuyulardan çıkan kemikleri, Akdeniz’i bir mezarlığa çeviren batık mülteci gemileri, gencecik insanların hayat dolu ama ölü bedenleri… Hepsi ağılı sarmaşıklar misali yayılıyor ruhuna. Bitmek bilmeyen bu kabusun ortasında, felaketiyle tanışmış felekzede gemiler gibi battıkça batıyorsun. Yıkımın sonu belli; ya yüzlerce yıl kalacaksın çöktüğün yerde, ya da kıyıya çekip farelere teslim edecekler iskeletini. Bir kendine, bir köpüklü denize, bir de gittikçe uzaklaşan gökyüzüne bakıyor, istikbalden umut duymaya çalışıyorsun.

Şenliğine davetli olmasan da dışarıda bir yerlerde, bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi, hayat dolu dizgin akmaya devam ediyor. Arada sırada, ürperten, şakacı rüzgârlar gibi tenini yalayıp geçiyor; o zaman anlık sevinçlere kapıldığın oluyor. Fakat sonra çok ayıp bir kabahat işlemiş gibi derhal toparlanıyorsun. Kimse gördü mü diye telaşla etrafına bakınıyorsun, kimse gördü mü sevinirken seni? Bu çağın insanıysan iki seçeneğin varmış gibi geliyor; ya düpedüz kötü birisin ya da ömrünü mutsuzluğa gelin ettin. Bazen diyorsun ki ama tek bir hayatım var, bir tanecik… çoğu zaman onu diyecek takati bile bulamıyorsun.

Bazen günlerdir sabah olmamış gibi geliyor. Sonra bir bakıyorsun çok sabahlar geçmiş ve sen artık ölmüşsün mesela. Merhumu bedbaht bilirdik. Ruhuna El-Fatiha!

Oysa ölmeden evvel yaşamanın bir yolu olmalı.

Bir yolu olmalı yılanlar gibi kıvrılarak ilerleyen çaresizliği söküp atmanın ve acıyı sağaltmanın. Evrende kapladığın yerin minicikliğini bile bile cürmünden büyük ateşlerde yanmamanın…

Bir yolu olmalı geveze kederlere teslim olmak yerine, yeri gelince öfkeye inanmanın. Sancıları yarıştırmayı bırakıp şifa aramak için yola koyulmanın. Bir yolu olmalı sözcüklere boşverip manalara bakmanın ve yollardan konuşmak yerine adımlar atmanın.

Bir yolu olmalı buselik makamına geçmenin sonra usulca. Hiç değilse ömrün bir deminde, kalbin bir yerinde. Acelesi yok ama işte her şeyden elini eteğini çekmeden önce… Çok şey beklemeden, çok şey de kaybetmeden mümkünse, ahenkle dönmenin dünyayla birlikte, bir yolu olmalı.

Bir yolu olmalı unutmanın ve hatırlamanın. Bir yolu olmalı bitirmenin ve başlamanın. Bir yolu olmalı labirentlerden ibaretmiş gibi görünen şu acayip alemde, yeni yollar, minik patikalar, müjdeci kavşaklar ve sürpriz çıkışlar bulmanın.
Tapmadan bir din gibi ama tümüyle de vazgeçmeden mutluluktan, yaşama kudreti ihtiva eden haritalar çizmenin bir yolu olmalı.

Evet, sonunda öleceksin. Hatta hayatta emin olduğun tek hakikat bu. Ama ölmeden evvel yaşamanın ve elbet yaşatmanın bir yolu olmalı.

Çünkü böyle, bir ömrü kendiyle değil külleriyle geçirmek olmaz.

Öyle mutsuzsuzuz ki bak, kuşlar bile erkenden göçtü bu yaz.

Kuşları çağırmanın, geri çağırmanın bir yolu olmalı.