Veee 150. gün…


Seçim sonuçları, milli iradeyi oyun hamuruna çeviren siyasi iradeye (ve Meclis içindeki muhataplarına) göre meşru, özgür iradeye göre ise gayri meşru, kabul edilemez bir duruma işaret ediyor. Sözün özü, işgalcibaşının işgali çakma bir onayla sürüyor.

On yıllardır zaten varolan, özellikle Özal’dan sonra giderek yükselen itaatkârların isyankârlara bir oyunu mu bu?

Yoksa itaatKÂR ve isyanKÂR havuzunda her daim KÂR daha fazla KÂR hedefiyle kepçe sallayan kapitalistlerin oyunu mu?

Önemli bir aktör Merkel’in seçim öncesi çalımları ikinciye işaret etse de itaatkârların rollerini yadsıyamayız.

Seçim sonrası sosyal medyada çokça lafı edilen, yadırganan hatta aşağılanan Somalılar, Ermenekliler, HES mağdurları ve pek çoğunun iradesine ne olmuştu?

Gani Müjde’nin; “Kafasına kuş sıçtığında şans oyunu oynayan toplumun, ağzına sıçana oy vermesi normaldir!..” cümlesine binaen durum normal miydi?
Darwinci evrim biyologu Richard Dawkins’in, “Özgür irade yoktur, özgür irade bir illüzyondan ibarettir” cümlesinden hareketle, irade denen şey bir illüzyondan mı ibaretti?

Hadi şu fıkrayı bir kez daha anımsayalım. Zira zamanın ruhuna her zamankinden daha çok uyuyor gibi…

Aklın hegemonyasından kendini kurtarmışları tutup bir akıl hastanesine – eskinin deyimiyle tımarhaneye- koymuşlar. O hastaneye de bir başhekim atamışlar. Başhekimin ilk işi bir tanışma konuşması yapmak üzere personeli ve hastaları hastanenin salonunda toplamak olmuş. Tam konuşmasına başlayacakken salonun bir köşesinde ayaklarından asılı vaziyette baş aşağı sallanan bir hasta gözüne çarpmış. Hemen yanındakilere durumu sormuş;
“Bu nedir böyle?”

Bir hastabakıcı yanıtlamış;
“Efendim o hasta kendini lamba sanıyor, o yüzden bu vaziyette.”

Başhekim şiddetle karşı çıkmış; “Olur mu canım öyle şey çabuk indirin onu oradan!”

Başhekimin emrini duyan bütün hastalar ve personel hep bir ağızdan bağırmışlar;
“Olmazzzzz. Yapmayınn… O zaman hepimiz karanlıkta kalırız.”

Belki beş, belki on yıl önce anlattığım bu fıkra hâlâ güncelliğini koruyor. Bir kişi gerçekten fıkrada olduğu gibi çevresini aydınlattığını düşünebilir, bu bir kişisel sorundur. Ancak içinde bulunduğu toplum da böyle düşünüyorsa işte o zaman sorun büyüktür ve kişisel olmaktan çıkmıştır.
Bugün bile tüm can yakıcılığıyla devam eden kurşunlamalar ve bombalarla gelen baskı ve doğurduğu yaşam kaygısını elbette başka bir yere koymak lazım. Schopenhauer’un sözünü ettiği ‘yaşam iradesi’, diktatörün milli iradenin içine yedirmek istediği yaşam iradesidir ki o insanın doğasında varolan hayatta kalma arzusu ve yarattığı sonuçları ayrı tutmak gerekir.

Öte yandan, iradenin temel bileşeni, eylemdir. Anımsayın! Haziran seçimleri sonrasında Numan Kurtulmuş, “Toplum bize ‘abdestinizi tazeleyin’ dedi” lafını etmişti. Bu kirlenmişlik itirafından sonra bırakın arınmayı daha da kirlendiler ve üstüne üstlük bir de ellerine yüzlerine masum insanların, çocukların kanları bulaştı. Hani Yunus;

“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil” demiş ya, işte o misal. Değil yüzde 50, yüzde 90 oy bile alsalar artık hiçbir irade bu pisliği arındıramaz.

Tekrar edelim; “iradenin temel bileşeni, eylemdir”. İtaatkârların, bilinçli ya da bilinçsiz kabullendiği bu pisliği ancak isyankârların kararlı eylemliliği temizleyebilir. Diktatörler sokakta devrilir. Doğru. Ancak, o sokak da örgütlü bir kitlenin dolduracağı bir sokak olmalıdır. O örgütlü kitle ki ortak iş yapma kültürünü özümsemiş, içselleştirmiş olup asıl diktatör kapitalizme inat karşı cepheleri oluşturacak pratik işler/örnekler verebilme yeteneğini hayata geçirdiği andan itibaren itaatkârlara da bir seçenek sunmuş olacaktır.

Sevgili Hüseyin’in; “Sigarayı bırak artık” dediğimde, “Yerine bir şey koyabilsem hemen bırakacağım” dediğini hiç unutmam. Dolayısıyla, bu çarpık düzenin yerine bir şey koyabileceğimizi gösterebiliriz. Emek mücadelesini yükselterek, dayanışma evleri, dayanışma kooperatifleri, kolektifler, komünler ve benzeri birçok örnekle beraber...

Sözün özü; yenilgi ancak ölümdedir.

Oysa hayat devam ediyor…