Ayakkabılarımın buzlu yolda çıkarttığı titreşimleri işitiyordum yürürken. Yüksek bir sokak lambasının uzayan gölgesi altında durup ağladım. Ölümü görmüştüm

Oyun!

KADİR AYDEMİR - @yitikulke

“İyileşeceksin,” dedim.

İçinde geçen “M” harfine basa basa, içten, sıcacık, adeta kanatarak bir şey söyledi. Harfleri birleştirebilmeyi ne çok isterdim, anlamadım söylediği şeyi, ama anlamış gibi yaparak tebessümde bulundum. O sözcüğü daha önce bana hiç söylememiş gibi bir hali vardı yüzünde.

Önümde upuzun yatıyor, nefesi yüzüme çarpıyordu. Elimi elinin üstüne koydum. Erimiş etinin içindeki sert kemiklerini hissediyordum. Avucumu yavaşça bastırdım. “Sen iyi ol,” dedim. Bunu, bir şey söylemiş olmak için söylememiştim. Konuşamıyordum, sözcükler yok olmuştu, boğazıma tarifsiz, büyük bir kılçık batmıştı. Karşımda duran bu insanda, gözlerinin camında ölümün gölgesini görmüştüm. Ona hiçbir şey söyleyemezdim. Hiçbir şey... Belli etmemeliydim.

İlaç kokuları arasında, parlak ışıkların anlamsız gölgeleri altında bir sedye. ‘Şimdiye kadar kimler yatmıştır burada acaba...’ Sedyede her nefes alışında acı çeken bir insan. Ağzındaki tek tük dişlerin arasından çıkan sözcükler ıslığa dönüşüyordu. Etrafına anlamsız anlamsız bakıyordu arada bir. Bir şeyler anlatmak isteyen eli, normalde yapmayacağı telaşlı hareketler çiziyordu havada. Göğsü inip kalktıkça, ölüm daha da yaklaşıyor gibiydi...

Kendi kendine bir şeyler mırıldanmıştı. Uzakta bir yerdeydi o an, belli; belki bir dağ yolunda koşuyordu, iki büyük taşın üstünden atlarken orada uyuyan yılanı uyandırmıştı; belki de bir karamuk ağacının acı meyvesini sürüyordu tırnaklarına. Elleri ağacın kanıyla boyanmış, çatlamış toprağı ufalayıp ellerini onunla yıkamıştı.

Tutamadığım bir gözyaşı damlası gözkapağımdan fırladı ve burnumu yalayarak yere düştü. Damlacığın düşüşünü izledim farkında olmadan. Yerde onlarca yöne dağıldı. Küçücük, tuzlu bir su damlacığıydı.

Dişlerini sıktı, gizli bir hançer vücuduna saplanmış da dönüyordu sanki. Gözlerinde kırmızı şimşeklere benzer kılcal damarlar seçiliyordu. Birkaç saniye sonra rahatladı. Ben de içimden bir oh çekmiştim böylece.

Onu son kez sıcakken öptüm. Son kez olduğunu nerden bilebilirdim. Sakalları yüzüme batmıştı. Kısa bir süre süzdü yine beni. Bakışlarında bir şey vardı, çözemediğim bir şey. Kendisi bu ayrılık anının farkındaymış gibi, başını hafifçe kaldırıp gidişimi izlemişti.

Dışarı çıktım.

Kar yağıyordu.

Hiç durmayacakmış gibi yağan kar tanecikleri, bembeyaz sihirli örtüsüyle kaplıyordu her şeyi. Sesler bile donmuş gibiydi sokakta. Asılı kalmış çığlıklar, ünlemler, korna sesleri, kahkahalar. Kar her şeyin şeklini alıyordu bilinçsizce.

Ayakkabılarımın buzlu yolda çıkarttığı titreşimleri işitiyordum yürürken. Yüksek bir sokak lambasının uzayan gölgesi altında durup ağladım.
Ölümü görmüştüm.

• • •

Mahalledeki tüm kadınlar ağıtlar yakıyordu. Elini göğsüne vuran ana, yerden bir tutam toprak alıp saçlarına çalıyordu. Erkekler de kendilerini tutamıyorlardı, tüm gözyaşları dar sokakta birleşip sel olup akıyor, kendine kattığı her şeyi sonsuzluğa sürüklüyordu. Bu garip uğultular arasında bir tek ben öylece kalakalmıştım. Zaman durmuş, bulutlar hareketsizdi. Güneş gözükmüyordu, ama duvarlara tırmanan küçük ışık örümcekleri vardı. Derken, iki sandalye arasına uzatılan tahta tabutu açtılar. Son kez gökyüzünü görecekti, işte. Ama görebilecek miydi renkleri? Küçük kuşların cıvıltıları kulağına uzanacak mıydı? Her zaman “Pisst!” diye kovduğu kedicikler kumaş pantolonuna sürtünecek miydi yeniden?..

Bembeyaz bir kefen içindeydi. Yavaşça açtılar. Herkes sırayla öptü yüzünü. Öpen kadınlar fenalaşıyor, bir iki adım sonra da düşüp bayılıyorlardı. Yere düştüklerinde ortaya çıkan sesi anımsıyorum. Sıra sonunda bana gelmişti, yaşlılardan biri omzumdan tutup itelemişti beni ileriye doğru. “Haydi, öp,” derken ses tonunda oluşan acı duyguyu anlatabilecek sözcük bulmak zor. Öpmek için eğildiğimde onun gözlerinin açık olduğunu gördüm. Korkmuştum. Damarlarımda akan kan bir yana çekilmişti. Sanki benim bir parçam değildi önümde yatan insan. ‘Neden gözlerin açık?.. Neden...’ diye geçirmiştim içimden.

Yüzü yeni tıraş edilmişti ve şimşek gibi bembeyazdı.

Eğilip öptüm...

Etin soğukluğu yüzüme çarptı.

Kendimi kaybettim.

Her yer ansızın karardı.

• • •

Öpmek için eğildiğimde, nedense bir yaz günü yaşadıklarımız aklımdan geçmişti. Yıllar önce bir gün tıraş olurken izliyordum onu. Adaleli kollarıyla yaptığı her seri harekette pazıları biraz daha meydana çıkıyordu. Kendi koluma dokunduğumda ne kadar güçsüz olduğumu anlamıştım. O, yanağını içine çektiği havayla şişiriyor, sakallarını rahatça alsın diye ucunu kırdığı jileti yüzünde ileri geri kaydırıyordu. Kollarındaki gücü hissediyordum. Ne güzel, sonsuz bir manzaraydı. Hiç bitmeyecek sanırdım...

Şimdi derince açılmış olan bu kuyuya yerleştirildi bedeni. Bembeyaz bir kefene sarılı, doğmamış bir bebek, yeni örülmüş bir koza gibi bembeyaz. Dualar okuyanlar, inleyenler var çevrede, o neyi duyabilir ki? Hangi seslenişi, hangi şarkı?

Adını bile duyamaz artık o!

Herkes ona bakıyor. Yüzü yok, bembeyaz bir bezle sarılı tüm vücudu. Ona sarılıp ben de birlikte gitmek istiyorum sonsuzluğa. Beni de gömsünler onunla birlikte, ne olur! Beni de alsın solucanlar, kör yılanlar ve katil zaman. Eriyeyim toprağın sağır sessizliğinde.

Herkes bana bakıyor.

Yüzüm yok.

Baktığım her şey eğilip bükülüyor.

Birden, “Haydi,” diyor amcam, omzumu kavrayıp iri parmaklarıyla canımı acıtarak, “ilk toprağı sen serp babanın üstüne...”