Yeni kontrollü normalleşme denen çakma türevi şeyin, siyasi ve ekonomik manevra olduğu öylesine barizdi ki aksini düşünenler anca pudra şekeri bağımlısı olabilirdi. Haliyle canlar pahasına politika yürütmek, bu ülkenin makûs talihi gibiydi, asla değişmeyen. Kongreler bunca mühim miydi, tıklım tıklım, hınca hınç, lebaleb, her şeyi karşılar mıydı, iktidar hırsı benzeri bir sebep? Ve az önce yapma gafletinde bulunduğum pudra şekeri esprisi, komik değildi, mevzu üzerine yapılan tüm şakalar da öyle, sıfır gülünç çokça üzünç.

Oyun kurmaktan seyirci olmaya

ALPER TURGUT

Tamam, bahar yorgunluğu, metal yorgunluğu, yılların yorgunluğu gibi pandemi yorgunluğu da olabilir, bu gayet anlaşılabilir. Dert değil! Salgının sıradanlaştırdığı, birbirinin tıpatıp benzeri günlerimizde, önlemler haliyle bıkkınlığa dönüşebilir. Kısıtlama, yasaklama, işte adı her neyse ya boş vermek ya da aşırı ciddiye almak ile karşılık buluyor, ekseriyetle. Bana mâni olana şaşarım, ben dalgama bakarım, hayatı yakalarım diyen kadar, ne eve kapanması, daracık odaya sıkışırım, yaşamla tüm bağlarımı kopartırım diyen de normal değil, elbette. Ne sakınılan göze çöp batsın ne de insan, postu dilediği yere atsın. Evet, evet, anladınız, mümkünse şunun bir ortası bulunsun.

Yeni kontrollü normalleşme denen çakma türevi şeyin, siyasi ve ekonomik manevra olduğu öylesine barizdi ki aksini düşünenler anca pudra şekeri bağımlısı olabilirdi. Haliyle canlar pahasına politika yürütmek, bu ülkenin makûs talihi gibiydi, asla değişmeyen. Kongreler bunca mühim miydi, tıklım tıklım, hınca hınç, lebaleb, her şeyi karşılar mıydı, iktidar hırsı benzeri bir sebep? Ve az önce yapma gafletinde bulunduğum pudra şekeri esprisi, komik değildi, mevzu üzerine yapılan tüm şakalar da öyle, sıfır gülünç çokça üzünç. Böylesi sorunlu gençlerin yaratılması, birileri açken diğerlerinin mangırları deliler gibi katlaması, asıl sorumlunun yine ve yeniden ıskalanması, kahkaha attırmıyor bana, kusura bakmayın. Ya aslında biz, ağlanacak halimize tebessüm ederiz, yok öyle bir dünya, geçiniz.

Metin Türkyılmaz, önce iyi bir insan, sonra da iyi bir gazeteciydi. Sendikal mücadele sırasında tanışıp kaynaşmıştık. İkimiz de Türkiye Gazeteciler Sendikası’nda genel sekreterlik yapmıştık. Memleketin hırpalanmış ve yıpranmış haberciliğine merhem olabilmek adına, yaklaşık bir ay önce Ajans Bizim’i hayata geçiren kuruculardan biriydi o. Daha 55 yaşındaydı, yapacağı ne çok şey vardı, gelecek adına heyecanlıydı, ama lanet virüs, onu da aramızdan aldı. Sosyal medyasında dolaşırken, gözüme çarptı, kısa bir süre önce yazılmıştı; “Sanki her şeyde olduğu gibi koronavirüste de olayı çok ciddiye almıyoruz. Ciddiyet olmazsa sonuçlarını çok ağır öderiz. Türkiye'de önleyici sağlık hizmetlerinin durumu nedir? Bilmiyorum. Olayın en hafif şekilde atlatılmasını diliyorum. Sadece ülkem için değil tüm dünya için...” Ciddiye alın artık bu ağır neticesi olan meseleyi, nice değerli insanımızı yitirmekte ve giderek eksilmekteyiz. Yazık, çok yazık!

Tüm dünyada, resmi rakamlara göre, vakalar 135 milyonu aştı, vefatlar da üç milyona yaklaştı. Güzelim memleketimiz de üçüncü dalganın tarifsiz etkilerini, her hücresinde yaşamakta. Salgın malgın yok, bu büyük bir yutturmaca söylevini, ısrar ve inatla sürdürenler ile ekonomik kriz namevcut, işler tıkırında, gayet guttttt diyenlerin, pek farkı yok değil mi? Felaket senaryosu yazmayın, insanları kandırmayın, meseleleri abartmayın diyecekler, aman bırakın desinler. Yalanlarla bastırmak da kâfi gelmiyor artık gerçeklere. Yoğun bakımlar hızla doluyor, hastanelerde yer kalmıyor, borçlar can sıkıyor, işsizlik can yakıyor. Eskisi gibi suni gündemlerle, kendi kitlem dediği halk nezdinde dahi çare ve çözüm üretemiyor iktidar, anlık bir göz boyama hali, sonra mı? Püfffff! Oyun kurmaktan, seyirci olmaya çoktan çevrildi mevzu, geçiştirilecek, ötelenecek, yok hükmünde gösterilecek bir şey kalmadı elde, gelişmeleri en iyi yerden izliyorlar, hepsi bu.

Halkımız canıyla, sağlığıyla, yaşam standardıyla test edile dursun, iktidar ve çeperinin lüks yaşantısı, tam gaz devam etmekte. İtibar aşkıyla coşanlar, şatafat olmadan yapamayanlar hem itikat hem itaat hem de itimat görmek istiyor, tüm yoksulların, yoksunların gözbebeklerinde, illa. Hah! Unutacaktım az daha, muhalif akademisyenlere “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve kanlarınızla duş alacağız” diyen ve bir süre hayli işinize yarayan biri vardı, hatırladınız mı? İnsanları uluorta katletmekle tehdit eden ve mahkeme tarafından aklanan iktidar destekli iş adamı, görevi sona erince hop suç örgütü elebaşı Sedat Peker oldu yine. Bak sen! Peki, erk adına çabalayan ve resmen korumaya alınan, kollanan eleman, şimdi nerede? Ohhooo, parsayı topladı, çoktan topukladı.

Salt bu iktidarın suçu değildi ha, devlet dayanak olunca, o ve onun gibi karanlık tipler çoğaldı, kısa, orta ve uzun vadede hâkimiyet alanı buldu, evelenecek gevelenecek bir durum değildi, gün gibi aşikâr idi. Kamu yöneticileri, askerler, futbolcular, şarkıcılar, türlü türlü ünlüler, peşinden ayrılmazdı, el üstünde tutulur, ödüllere boğulur, adına kitaplar, şarkılar yazılırdı. Dağıttığı tespihleri alanlar hem hava atardı hem de onlara tüm kapılar açılırdı. Tam da bu yüzden kimse masum değil, çoğunluk hisseden kibri ve delidolu lümpenliği, birçok güzelim hasletin yerine yerleştirdiniz, itinayla.

Aslında bu ayın sonuna doğru yapılacak olan 93. Akademi Ödülleri’nde, altı adaylığı bulunan “The Father” filmini ve bende yarattığı etkiyi anlatmak istiyordum sizlere, lakin canım yurdum bitmeyen bir seyirlik gibi olunca, kaynadı kuşkusuz. Bir Alzheimer hastasına can veren 83 yaşındaki büyük aktör Anthony Hopkins, sen harbiden müthiş bir detaysın abi, yaptığın iş tanımsız. Gerçekten 60 seneyi aşan kariyerine rağmen bir insanın, zaten yeterince doruğa tırmandım demeden, hâlâ oyunculuk için arayışta olması ve mükemmelliğe ulaşma çabası, tek kelimeyle inanılmaz.

Mantığın uzaklaşması, düşüncenin bozulması, her şeyin karmaşası. Bu film, zorlu yolu seçiyor, bize bunamayı anlatmayı, aktarmayı değil, içine katmayı deniyor. Ah! Hafıza, nasıl bir muamma, kaydetmeyi unutunca, olmayan oluyor, kaybolan beliriyor, görünen siliniyor, artık sabit diye bir şey yok, gerçek yok, doğru yok, ne zulüm! Bu ince işçilikle kotarılmış demans halini seyretmek, insanı, kendi zihninin labirentine, ite kaka sokuyor, gelecekte bende de olabilir mi endişesiyle ve çaresizce, elbette. Bir de Druk diye film var, birçok ödüllü, alkol filan da gırla. Kalsın artık, bir sonraki yazıya.