Dünyayı Kurtaran Adam’ın yönetmeni Çetin İnanç’ın yine Cüneyt Arkın’la 1985’te yaptığı Kaplanlar adlı bir film var. Bir sahnesinde Cüneyt Arkın, peşindeki katillerin kullandığı üç arabanın uçurumdan uçarak patlamasını sağlıyor. Söz konusu kaza görüntüleri üç oyuncak araba kullanılarak çekilmiş, bu yüzden seyirci inanılmaz derecede ilkel ve berbat bir sahnelemeye maruz kalıyor. Ama film o kadar saçma ve kötü ki, tıpkı Dünyayı Kurtaran Adam’da olduğu gibi, o ilkel sahneleme yapısal olarak hiç de aykırı durmuyor. Yani o oyuncak arabaları fırlatan set işçisinin elini bile gösterseniz akışın aksamayacağı denli mantık dışı, filmin biçimsel uygulamalarını tartışmaya bile gerek bırakmayan bir içerik söz konusu…

Yeşilçam’da aynı şeyin yapıldığı lakin tuhaf hikâyeleri yüzünden izleyiciye normal gelen başka birçok film var. Kendince ciddi bir anlatısı olan az sayıda filmdeyse oyuncaklı çekimler diğer unsurları bastıracak kadar rahatsız edici oluyor. Bence bunların başında Türkan Şoray’ın ilk yönetmenlik denemesi olan 1972 tarihli Dönüş filmi geliyor.

İbrahim (Kadir İnanır) karısı ve küçük çocuğuyla Almanya’dan köyüne doğru hızla giderken otomobilin kontrolünü kaybeder, sadece çocuğun kurtulacağı feci bir kaza olur. Gurbetçi İbrahim’in kullandığı vosvosu gerçekten paramparça edecek bir kaza sahnesi çekmek herhalde filmin bütçesi yüzünden mümkün olmadığı için, stüdyo ortamında kaya parçalarıyla oluşturulmuş bir maket uçurumdan mavi renkli bir oyuncak arabayı atarak yapmışlar çekimleri… Sonuç tam bir fiyasko tabii.
Burada “Ah o Hollywood imkanları bizde olacaktı ki!” tayfası lafa dalmak isteyebilir, aman dalmasınlar! Çünkü Dönüş filminde tartışılması gereken çok daha ciddi sorunlar var, hem de o kaza sahnesi gerçek bir vosvos parçalanarak çekilseydi bile ortadan kaldırılamayacak sorunlar…

En baştan başlayalım: Filmde, ağa zulmüyle inleyen bir köyde kocası İbrahim’i Almanya’ya işçi olarak gönderip bebesiyle yapayalnız kalan Gülcan’ın hikâyesi anlatılır. Köylülerin sadece alın terini değil cinselliklerini de sömüren ağa Gülcan’ın peşindedir, kadını elde edemeyince köylüleri namus sözcüğüyle yoldan çıkarır. Kocasına mektup yazabilmek için okuma yazma öğrenmeye çalışan Gülcan’ın öğretmenle ilişkisi olduğu yalanını uydurup hem köylüleri hem de “Namus elden gitti!” içerikli bir mektupla İbrahim’i kışkırtır. Gülcan’ın çok sevdiği ve uzun zamandır haber beklediği İbrahim, tabancasıyla mavi vosvosuna atlayıp ‘namus temizliği’ için büyük bir hışımla yola koyulur. Ama o da ne! İbrahim Almanya’da evlenmiş, bir de çocuğu olmuş, başka bir erkekle ilişkisi olduğu söylenen karısını öldürmeye bu yeni ailesiyle gidiyor!

Köylülerin namus linci sırasında çocuğu ölen Gülcan’ın ağayı öldürdüğü sahnede paralel kurguyla oyuncak arabalı kazayı görürüz. Ağa ölmüş, Gülcan’ın namusu temizlenmiştir. İbrahim ve yeni karısı da ölmüş, geriye sadece kaza yerinde ağlayan annesiz çocuk ve çocuksuz Gülcan kalmıştır. Gülcan çocuğu sahiplenir, böylece kutsal annelik kurumunu sürdürür.

Kabul etmek lazım, hikâyedeki en masum kişi olan Gülcan’ın erkekler tarafından kodlanmış hastalıklı bir ahlak düzeninde katlandığı onca çileden sonra, hem köydeki karısını aldatan hem de kadıncağızı öldürmek için yollara düşen İbrahim’in diğer çocuğuna sahip çıkmasının yarattığı bir sıkıntı var; bir yandan erkek-egemen üstyapı kurumlarına karşı elinden bir şey gelmeyen bir Anadolu kadınını merkeze yerleştirerek kadına biçilmiş edilgen kimliği yeniden üreten, bir yandan da kadının varoluşunu fizyolojik bir özelliğe -anneliğe- indirgeyip bunu kutsayan zihniyetin yarattığı bir sıkıntı… Resmi nikah kaydı altına aldırmadan ilişki yaşayabilecek kadar toplumsal normlardan uzak, özgür düşünceli, ekonomik bağımsızlığına sahip bir kadın yönetmen tarafından yapılmış özenli ve ‘ciddi’ bir filmi Dünyayı Kurtaran Adam ve Kaplanlar gibi ‘fantezi’ler seviyesine indiren, ülkenin kılcal damarlarına sinmiş bir zihniyet sorunu…

Oyuncak arabaların genellikle oğlan çocuklar hedeflenerek üretildiğini düşünürsek, sanki birileri birşeyleri oyuncak ediyor kendine ve ortalığa...