Ben! Benim! Bana! Hepsi benim, hepsi bana!

BerlusconiPutinRTETrumpgiller’in küresel resmi ideolojiye dönüştürdüğü gerçek-sonrası (post-truth) toplum için Stephen Colbert’ın uydurduğu ‘gerçeğimsicilik’ (truthiness) kavramının üzerinde yükseldiği olgu bu işte: Birinci tekil şahıs...

Hastalık derecesine ulaşmış bu ‘ben’ takıntısının en somutlaştığı yerin selfie/özçekim olması şaşırtıcı değil tabii. Gündelik yaşamda ‘ben’in özçekimsiz düşünülemediği bir çağdayız; gittiğimiz her yerde kendimizi fotoğraflıyor, telefon alırken artık ön kameranın görüntü kalitesine daha çok önem veriyoruz. Özçekim ile ‘gerçeğimsicilik’ arasındaki bağın temelindeyse ‘görünen gerçeklik’ değil, ‘görünmesi istenen gerçeklik’, ‘benim algıladığım gerçeklik’ var.

Özçekimle fotoğraf üretmenin karşı konulmaz cazibesi ‘arzuladığım ben’i üretebilme potansiyelinde yatar. Biliyorsunuz, kimse vesikalık fotoğrafını beğenmez. Bunun nedeni, fotoğraftakinin hiç de aynada gördüğümüz yüz olmamasıdır. Aynada gördüğümüz ‘ben’in kaşları hareket eder, gözleri kısılıp açılır, yüz kasları kasılır, dudakları büzülür, başımızı bir kaç santim hareket ettirdiğimizde değişen ışık tenimizin farklı tonlarını görünür kılar vs. Yani aslında aynaya bakarken yüzümüzün tek bir anlık görüntüsüne değil, bir ‘canlı ifadeler’ dizisine bakarız. Vesikalık fotoğraf ise o ifadeler dizgesinin aynaya ne kadar bakarsanız bakın göremeyeceğiniz tek bir anını yakalamıştır. Bu durum ‘başkası’ tarafından çekilmiş fotoğrafların hemen hepsinde böyledir.

Deklanşöre basılacak anın ‘ben’in kontrolünde olduğu özçekim sayesinde bu imaj sıkıntısı ortadan kalkıyor; varlık-gerçeklik ilişkisi yerini başka bir şeye bırakıyor: ‘Kendimi ben görüntülüyorum, görülmek istediğim şekilde var ediyorum kendimi.’

‘Ben’ takıntısı sadece imaj üretimiyle kalacaksa çok da dert etmeye gerek yok tabii, ama egoizm, narsisizm, megalomani gibi psikolojik rahatsızlıkların iktidarın tepesinden sokaktaki insana kadar her kesimin gündelik rutinine dönüştüğü bir dönemde ‘ben’ sıkıntısı daha da büyüyor.

Bu yeni toplumun en net örneklerini, ülke nüfusunun önemli bir kısmının zihinsel işleyişinde karşılık bulan Gelin Evi, İşte Benim Stilim, Yemekteyiz tarzı gündüz kuşağı TV programlarında görüyoruz. En temel ihtiyaçlardan ‘beslenme’ üzerine kurulu olanına bakalım: Kendi yaptıkları dışında hiçbir şeyi beğenmeyen agresif yarışmacıların sürüsüne bereket olduğu bu programların her bölümünde farklı saldırganlıklara, çeşitli boyutlarda narsisistik kişilik bozukluklarına rastlayabilirsiniz, ama istisnasız her programda değişmeden tanıklık edeceğiniz bir şey var: ‘Ben’in etrafında dönen dünya algısı... Yarışmacılar markette alışveriş yaparken “Şimdi soğanımı alacağım”, “Tereyağımı aldım mı acaba?” “İçeceklerimi unuttum!” gibi çok ilginç bir ‘sahiplenme’yle konuşuyorlar. Mutfakta yemek yaparken şu tür ifadeler havada uçuşuyor: “Çorbamı yapıyorum.”, “Ocağımı yakmayı unutmuşum!”, “Şimdi mantarlarımı yıkayacağım.”, “Domateslerimi de tencereme koydum.”

Kısa süre öncesine kadar ‘yeni birey-yeni toplum’ dendiğinde akla genellikle olumlu bir gelişme eğrisi gelirdi, oysa kendi domatesi, kendi çorbası, kendi mantarı, kendi tenceresi, kendi tuzu, kendi çektiği fotosu dışında hiçbir şeyi beğenmeyen bu ‘gerçeğimsici’ yeni bireyin işaret ve inşa ettiği ‘özdoyum’ toplumunun durumu hiç de iyi görünmüyor. Bu birey toplumsal yaşamı kendi yolu, kendi köprüsü, kendi sarayı, kendi meclisi, kendi makamı, kendi inancı etrafında döndürdüğü hastalıklı bir politikayla belirlemeye çalışan iktidarı besliyor, o iktidardan besleniyor.

Bu beslenme zincirini, bu özdoyum-özçekim ilişkisini kırmak mümkündür muhakkak, umarım hepimizin paylaşabileceği bir yöntemle...