Ozan Utku Akgün: Benlik seyrekliğini, bir yaşam perspektifi haline getirmek istiyorum
İlk kitabı Zihinde Siyah Bir Nokta’yı anlatan Ozan Utku Akgün, “İç enerjimi takip ettim ve beni sıkıştıran yoğunluk tükendiği yerde kitabı bitirdim. Ötesi zorlama olurdu. Evet, kesinlikle fazlalıklardan arınmış bir kitap. Çünkü kitapta sıkça geçen o benlik seyrekliğini bir yaşam perspektifi haline getirmek istiyorum” diyor.

Serhat KÖROĞLU
160. Kilometre’den çıkan Zihinde Siyah Bir Nokta, Ozan Utku Akgün’ün ilk kitabı. Ozan Utku Akgün, DTCF Tiyatro Bölümü’nden hepimizin aşina olduğu bir isim. Şanslıyım ki keyifli ve zihin açan derslerine katılma imkânım oldu, genç bir akademisyenin ilk hocalık yıllarına bir öğrenci olarak şahit olabildim. Sonrasında uzaktan da olsa iletişimimiz hiç kesilmedi. Hocalığının yanında bir okur olarak da merakla ve heyecanla takip ettiğim Akgün onu yakından tanıyanların uzun süredir beklediği kitabını nihayet biz okurlarla buluşturdu. Okuru düzyazı ve şiir arasında incecik bir ipte yürüten ve çoğu zaman şiire deviren Zihinde Siyah Bir Nokta gündelik yaşama tuttuğu büyüteçle ve “zihnin sızamadığı aralıklarla” edebiyatın hazzını her yünüyle yaşayan, yaşatan bir metin.
Öncelikle kitabınız hayırlı, uğurlu ve bol okurlu olsun. İlk kitap deneyiminizden, o mahremi açmaktan bahsetmek istiyorum. Bu duygudan ve sizi buna iten nedenlerden bahsedebilir misiniz?
En başta güzel sözlerin için teşekkür ederim. Kendimi bildim bileli bir şeyler yazıyorum ama yayınlama söz konusu olduğunda yıllarca çekingen davrandım. Nedenini inan çok bilmiyorum. Ama atlattığım ciddi rahatsızlıktan sonra dünyam tamamen değişti. Uzun bir depresyon döneminin ardından içimde son hızla hayata karışma, insanlarla kaynaşma, duygularımı tamamen serbest bırakma isteği olarak özetleyebileceğim bir atılım belirdi. Ayrıca hastalık sonrası ciddi psikolojik sorunlarla uğraşmaya ve ağır ilaçlar kullanmaya başladım. Hâlâ devam eden sorunlar bunlar. Büyük ölçüde bundan kaynaklı bir anlaşılma, birileriyle sıcak temasa geçme, yazmadığım ya da konuşmadığım zaman içimde düğüm halini alan problemleri dışarı açma gereği duymaya başladım. Bu yanıyla bir kendi kendine terapi metinleri toplamı. Ve en önemlisi, hayat kısa dedim. Bunu gerçekten hissedince, insan ortaya bir şey çıkarmak, masaya somut bir şey koymak, bahsettiğin mahremi dağıtmak istiyor. Böyle özetleyebilirim.
Kitabın hemen başında bana Edip Cansever’in “Dağılmış Pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar ve dağılmış Pazar yerlerine benziyor memleket” dizelerini hatırlatan bir anlatı mevcut. Büyük yapıların insansızlaşmasından ve insanların bıraktığı solgun izlerden bahsediyorsunuz. Kitabın genel muhteviyatı da bu insansızlaşma ya da eski kalabalığa özlem diyebilir miyiz?
Eski kalabalığa özlem mi bilmiyorum, ama kesinlikle bir ‘iyi ve şefkatli’ kalabalık arzusu var. Kapsanmak, yukarıdaki psikolojik sorunları hatırlarsan -bir biçimde- yatıştırılmak, teselli edilmek isteyen bir ses var kitapta. Hastalık sonrasında uzun bir süre kendimi insanlardan kopardım. Onlar sağlıklılar kümesiydi ben damgalanmış başka bir ‘şey’. Bu yalnızlık bir yandan iyi geldi bana, yatıştırdı beni ve şokun ardından içimde beliren yeni dünyanın ruh hallerini gözlemleme fırsatı verdi. Sonrasında insanların arasına karışmak istedim. Son derece duygusal bir istekti bu. Herkesin duygularına dokunmak, onların da benim dokunmalarını istiyordum. Yani bir tür sese ses verme isteği. Ama, evet, son tahlilde -kitabı bir günlük olarak da değerlendiriyorum ben- bu günlük, insansızlaşmış bir insanın şiirleri. Gizli biçimde bir aşk kitabı: Yani bir insan bekliyor, istiyor.
“HASTALIK RUHU SARIYOR VE YENİLİYOR”
“Bedenin içinin boşalması”, “benlik seyrekliği” ve benim de okurken üzerinde uzun süre durduğum “zihnin sızamadığı aralıklar” bir anlamda edebiyatın da biriktiği alanlar. Yazma disiplinlerini düşündüğümüzde sizi şiire yaklaştıran bu alanların çetrefilli ve karmaşık yolları mı?
Novalis, “Her hastalık, aslında bir ruh hastalığıdır,” demiş. Buna sonuna kadar katılıyorum. Evet, hastalık ruhu sarsıyor ama aynı zamanda baştan aşağı yeniliyor. Yani sadece bedende olup biten bir olay değil. Kemoterapiden sonra ve psikiyatrik ilaçlar kullanmamla beraber bir ara-bölgeye çekildim. Gün içinde bazen havada süzüldüğüm, benliği terk ettiğim duygusuna kapıldığım oluyordu. Hastalık değil şifa anlarıydı bunlar. Eski benliğim yavaş yavaş çözülüyor gibi geliyordu bana ve o yükselme anlarda zihnin sızamadığı, maddeyi göremediği aralıkları görebildiğim duygusunu yaşıyordum. Bir tür “flash” anlarıydı. O anlar sinir sisteminde şiiri doğuruyor, insanı şiire yöneltiyor bence. Ben aslında bir düzyazıcıyım. Gençken şiir yazdım ve biraz komik ama, Yaşar Nabi’de “dikkate değer” bulunur bulunmaz şiiri terk ettim. Çünkü kendime benzemeyen şiirlerle dikkate değer bulunduğumu düşünüyordum. Bu kitapta, fark etmişsindir, noktaların yerleri bile doğru değil. Çünkü tamamen kendimi bağlı kalarak, nefesimi dinleyerek yazdığım şiirler. Zihnimin atılımının kesildiği yerde noktayı koydum ve başladığı anda yeniden devreye girdim. Dizeler bu şekilde oluştular. Bir yazma disiplini varsa, biraz basit bir yanıt olacak ama kendime her anlamda sadık kalmak diyeceğim.
Hastalıkla berraklaşan bir zihnin yanında yine sizin deyiminizle “hastalıkla alçalmış ruh” söz konusu. Buradan yola çıktığımızda Zihinde Siyah Bir Nokta’nın ölümden bahseden hayat dolu bir kitap olduğunu düşünüyor musunuz? Ek olarak Borges’in Güney öyküsü özelinde Borges yazınının sizin üzerinizdeki etkileri nelerdir?
Kesinlikle hayat dolu bir kitap. Biraz kederli gibi görünüyor ama ben son tahlilde neşeli bir kitap olduğunu düşünüyorum. Mutlu ve taşkın olduğum anlarda kitabın başına oturuyordum genelde ve o anki ruh profilini çıkarmaya çalışıyordum. En çok bu yanıyla hayat dolu. Borges’e gelince, çok sevdiğim bir yazar ve Güney öyküsü benim okuduğum en güzel öykü. Bir yandan hayatın tekinsiz, sevimsiz, kitapta yazdığım gibi amonyak kokan, dokumuza yabancı bir evren sunduğunu söylüyor, öte yandan bir ölüme-yakın deneyimden sonra yola çıkan bir kahramanın tekrar ölüme dönüşünü anlatıyor. Öyküde ölüm gizemli, güzel, yumuşak bir olgu olarak karşımıza çıkıyor sanırım. Öykünün ölüme yaklaşma biçimi çok ilgimi çekiyor.
Biraz da ev meselesinden bahsetmek istiyorum. Özellikle edebiyatta ev, üzerine çokça düşünülen ve metin üretilen bir kavram. Bedenin bir ev olmaktan çıkmasının toplumsal ve politik açıdan nedenleri nelerdir sizce?
İşin aslı hastalık olgusuyla beraber beden denen şeyden nefret ettim. Yani o kütlenin belirsizliğine dehşet duygusuyla yaklaşmaya başladım. Toplumsal ve politik açıdan değerlendirmemi istiyorsun, buna net bir yanıt veremeyeceğim. Anladığım kadarıyla sen bu bakımdan değerlendirmeye değer bir şeyler görmüşsün. Benim için bedenin ev olmaktan çıkışı daha ontolojik bir şeydi. İçinde kendimi güvende hissetmiyordum ve eski sıcaklığını, aşinalığını kaybetmişti. Ama bir yandan kesinlikle politik olabilir; bir yerlerinde “Kimse göremez seni. Kimse tutup kolundan çekemez,” diyorum. Aileninki başta her türlü tahakküm mekanizmasına karşı daha duyarlıyım artık. Kimsenin ‘kendiliğimi’ lekeleyecek bir edimde bulunmasını istemiyorum. Buna toplum dediğimiz toplam da dahil.
“ZEN RUHUNA SAHİBİM”
Zihinde Siyah Bir Nokta sorularla pek ilgilenmeyen ve bunu bilinçli yapan bir metin. Yazar olarak ne kendinize ne de okura sorular soruyorsunuz. Hatta bir yerde Coetzee’nin seksen yaşında sorular soran bir kitap yazmasına şaşırıyorsunuz. Bunun sebebi Coetzee örneğinde olduğu gibi bu işin bir sonunun olmaması mı?
Sanırım daha çok ‘anlam’la ilgili bir mesele. Sorular çoğaldıkça hayatı hayat yapan anlam örgüleri de sıkılaşmaya, boğuculaşmaya başlıyor. Ben bu noktada tam anlamıyla bir Zen ruhuna sahibim. Soru sorulunca zıplamak ve anlamın kesinliğini terk etmek gibi bir eğilim gelişti bence. Çünkü bana kalırsa insana ve maddeye sorulmuş hiçbir soru, doğru soru değil.
Altmış üç sayfalık bir kitabın içerik olarak bu kadar hacimli olması bende çokça budanmış ve fazlalıklarından arındırılmış hissi yarattı. Yazım sürecinden bahseder misiniz?
İç enerjimi takip ettim ve beni sıkıştıran yoğunluk tükendiği yerde kitabı bitirdim. Ötesi zorlama olurdu. Evet, kesinlikle fazlalıklardan arınmış bir kitap. Çünkü kitapta sıkça geçen o benlik seyrekliğini bir yaşam perspektifi haline getirmek istiyorum. Kitabı da temelde bu perspektifle yazdım diyebilirim. Çok kolay yazdım. Ruh halimde kitabın doğasına yaklaşan bir atılım gerçekleşmeye başladığı an kitabın başına oturdum ve o ruh halinin portresini çıkaran bir metin ekledim.
Son olarak benim de kişisel olarak söyleşilerde en keyif aldığım soruya gelecek olursak. Güncel edebiyat hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Çokça üretimin olduğu ve niteliğin bu denli tartışıldığı bir ortamda üretmenin zorlukları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Buna şiir üzerinden yanıt verecek olursam, temel sorun, okunmamak. Ölenlerin iyi yazmış olabileceğine dair genel kanı ya da ancak belli bir şiir türünün ‘doğru şiir’ olduğunu düşünen anlayış yeni şairlere yönelmekte tutuk davranıyor. Bence yayınevleri de bu anlamda yeni şairleri oturup değerlendirmiyorlar. Bu öykü ve roman yazarları için de büyük ölçüde böyle sanırım. Sadece okur değil yayınevleri de ‘tipik’in peşindeymiş gibi geliyor bana bazen. Ama toptan biçimde kötümser değilim. Her zaman seni okuyacak birileri vardır. Bir kişi de olsa. Ona bile ulaştığında neşeleniyor insan.