Evvel giden ahbaplardan, çok özlediğim küçük İskender’in unutulmaz şiirlerinden biri de “Uzun”dur, “uzun yazlardan söz eden kadınlardan korkacaksın/hani bir de ağustos köpek gibi sarhoşsa ayakbileklerinde/hani bir de masada rakı, aşkta endişe tükenmişse” diye bi güzel sürer.

Özben Hepicik

Başlığı sevdiniz değil mi? Pek şirin, pek tatlı, pek hepi hepi olmasına pek özen gösterdim, umarım olmuştur, dilerim sevmişsinizdir! Özel isim gibi mi duruyor, aslında değil, ama öyle de olabilir. Kendisi bir karakter olarak aramıza katılmış, daha doğrusu yazıya da geçmiş bulunuyor!

Nereden, kimlerden diye soracak olursanız, her yerden olabilir, herkesten gelebilir demek, sanırım şu anda en doğru yanıt olacak. Turgut Özben’le akrabalık ilişkisi yok, ad benzerliği var, sadece rastlantı. Oğuz Atay’ın koskoca Tutunamayanlar’ının kişileriyle başlıktaki karakter arasında bir yakınlık kuracak değilim! Tutunamayanlar da ayrıca bitirilemeyecek bir roman değil, rica ederim, kısmetse üçüncüye okuyacağım. Bitirmek için roman okunur mu, elbette hayır, okumak için okunur okunmasına da, nasıl bitiveriyor ben de anlamadım!

Mevzuya dönelim. Başlıktaki gibi adı soyadı olan birini özgüveninden ötürü gidip kutlamazdım ama açık yürekliliğini de görmezden gelmezdim! Neden derseniz, megalomanların bile rol icabı alçakgönüllülük yarışına girdikleri bir çağda, benliğinin özüne vardığını adıyla sanıyla kaç kişi duyurabilir sanıyorsunuz? Değil mi, özbende hiç olmazsa özüne, benliğine döndüğünü saklamayan, aksine bunu gururla söyleyen bir yan var.

Biz diye söze başlayanların gerçekte çoğulculuk adına konuştuklarına inanmıyorsunuz herhalde! O ‘biz’in içinde kaç ben, kaç kere ben var, bir düşünün isterseniz! Öylelerinin ben diye öne atılmalarında, inanın ‘biz’dekinden daha az kibir vardır. Biz işte, açın bakın, içi benben, benkereben, dahaben, enben, ilkben, sonben, senben, çokben, bakben, yineben, birben, tekben, hepben dolu!

Özbende dediğim gibi, kendine meftun, kendi sevgisini abartmış, hiç olmazsa kendini de adıyla açıklamış olduğu için bir ‘sana kalmış’ durumu var. Ben buyum, kendimi saklamıyorum, ben bensiz olmam, olamam, ama siz bensiz olabilirsiniz açıklığı var açık açık.

Ben kadar bu öz meselesi de mühim. Zira her şey öze varıyor, özden geliyor. Bir nevi tümevarım, tümdengelim hadisesi gibi. Kim bilir belki de insanlık kaybolan yıllarını arar gibi kayıp benliğinin de peşine düşmüştür. Bir insanda insanlığın bütün hallerinin mevcut olması gibi, bunun insanlık âlemi adına ne kadar sevindirici olduğunu, belki “bir ben vardır bende benden içeri” esrarının sırrına varmaya doğrulduğunu, ramak kalmasa da uzak da kalmadığını ve bu minvalden olmak üzere, kendine varmak için önce başkası olarak dünyadan geçtiğini, nihayet, olmaya vardığında karşısında özünü gördüğünü, ama yine de bunun bulmak olmadığını, bulmak diye bir şeyin hiç ve hiçbir zaman olmadığını, olmayacağını da...

İnsan bazen rüyayı yazıda görür, ben de halimce, kavlimce gözünü harflere açmış, varıp harf ilminin kapısında bunca yıldır, ‘oldum’ değil de ‘yandım elhamdülillah’ demekten soğumamış, zannımca sırat köprüsünü de uzun A’lar, yuvarlak B’ler, içerlek C’ler, çengelli Ç’ler, kalender E’ler, geveze G’ler, olumlu H’ler, sıkıcı I’lar, uykucu Z’ler, şakacı virgüller, kibirli noktalar, aristokrat noktalı virgüller, avangart iki noktalar, öğretici iki nokta üst üstelerle geçmeye niyetli, hevesli ve hazır bir çırak olarak, işte bilmediğim hususlarda yazıp durmaktayım.

Bildiğini yazanlar çileyi çekmiş, alfabede pişmiş, dünya işini hayli kolaylamış kişiler olsa gerektir. Ben bir harfin dahi sırrına erememiş biri olarak, bilmediğimi yazmaktan bile çekinirken, nasıl bildim derim, bu işler bilmeden olur mu, bilip de yazdım derim, diyebilir miyim, diyemem, demem.

Yazıyı yoldan çıkaran, belki de yola getirendir, bilinmez, bunlardır işte. Öz, ben, benlik sözleri dile düşmeye, oradan kâğıda sızmaya başlayınca, yazıda da bir benlik sevdası, bir kendini arayış macerasıdır baş gösteriyor. Belki yazan kişi de yazdığı kişinin bilmeden yerine geçiyor, kendi benine bir avlu, bahçe, kapı, ev arıyordur. Belki de hep arayışta olduğu için adlandırmaktan da çoktan vazgeçmiştir. Nasılsa arayışın sonunun olmadığını, bunun özün de, benin de sonu olacağını sezmiştir. Daha doğrusu bu, harfin yazıya sızdırıldığı gibi, arayıştaki kişinin de kalbine, içine sızdırılmıştır.

Başta, her ne kadar, Özben Hepicik adıyla maruf şahsiyeti kırmadan eleştiriye tabi tutacağımız gibi bir izlenim doğduysa da...Yalan değil, niyetim hafif hafif dalga geçmekti ama Orhan Pamuk’un Kara Kitap’taki vecizi gibi, “Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç.” Yazının yolculuğu, seyri başka ve her zaman şaşırtıcı. Acaba yazar da yazısına yetişmek, onun önünden gitmek için mi yazıyor diye çok düşündüğüm olmuştur. Yoksa yazar da yazının önünden bir su gibi akışına mı kapılır bakıp bakıp da?

İşte herkesin özbeni böyle böyle kâğıda dökülüyor, vücut buluyor. İnsan kendi beninden kurtulup da başkasının benine dair iyi de olsa kötü de düşündüklerini erteleye erteleye sona, sonraya bırakıyor. Özben patlaması mı bu, sanmam, özben buluşu, özbene varış. Yine de arayışın bununla noktalanacak olması fena bir şey. Çünkü bulduğunu sandığın, vardığın nedir ki sonunda? Senden ibaret bir özbulgu. Olsa olsa koyu bir özseverlik çıkar bundan! Gençken hafiftir, renklidir, sabun köpüğü gibidir, mahsusçuktan gibidir, şaka gibi, bir dalgayla gelir, bir dalgayla gider, Lale Müldür’ün “gençken renkli bir cepken sevgilim” şiirini akla getirir. Orda kalsa yeğdir, sonrası beterdir, koyudur, boğucudur, kötüdür, kişi kimseyi sevmez olur, kendini sevmez olur, kimsenin kimseyi sevmediği zehabına kapılır, dünya üstüne gelir. Ne hepi kalır ne topu!

Gençken Özben Hepicik olmalı, olunacaksa, şartsa! Gençliğin sonsuz ülkesi içinde her şeye olduğu gibi ona da yer vardır. Yaşlanmak daralmaktır, sona varmaktır, kendisiyle beraber her şeyin de sonuna gelindiği fikrine kapılmaktır, dünya bile bir balkon küçüklüğünde, avuç içi kadar bir yerdir, “aman dünya ne darımış” dediğidir türkünün.

Gençliğin güzel aşırılığı içinde ne kadar özseverlik ne kadar benlik duygusu kalır ki hem? Özben özveri içinde erir gider. O yüzden gençliğini dolu dolu deli deli doyasıya yaşamaya bakmalı, genç olmaktan bıkmamalı! Genç olmazsan, yaşamazsan, ondan erken bıkarsan, cayarsan, doğrusu uzun ve yavaş ölümün de başlamış demektir hem de herkesten, her zamankinden çok, kat kat fazla yaşadığını düşünürken, daha da kötüsü buna inanırken! İnanmayacaksın! Önce kendine inanmayacak, kendinden şüpheleneceksin, başkalarına inançsızlık ve onlardan şüphe etmek sonraki iş.

Evvel giden ahbaplardan, çok özlediğim küçük İskender’in unutulmaz şiirlerinden biri de “Uzun”dur, “uzun yazlardan söz eden kadınlardan korkacaksın/hani bir de ağustos köpek gibi sarhoşsa ayakbileklerinde/hani bir de masada rakı, aşkta endişe tükenmişse” diye bi güzel sürer.

Biz diyenlerden korkacaksın, hele bir de biz beraber diye başlamışsa söze daha da korkacaksın! Bir, ben sizden değilim, senin bizinden hiç değilim, iki zaten senin de biz dediğin filan yok, benbenben diyemediğin, diyemeyeceğin için biz deyip duruyorsun, diyeceksin!

Genç olmak, evet zordur, çilelidir, hele bazı yerlerde bazı dönemlerde nerdeyse olanaksızdır, ama insanın doğaya ve doğasına en çok yaklaştığı, onunla bir bütün olduğu çağdır. Ve hemen herkesin ortak özlem ülkesidir gençlik. Gülten Akın’ın “Aydınlığım rüzgârlıyım deliyim” dediğidir. En çok kendisi olur, başkası olur, özünü bulduğunu sanır, benine yaklaşır, beninden uzaklaşır, bir kaybolur bir bulur, adının öyle olması gerekmez, özben olur, mutlu olur, hepi olur, hepicik olur, gençliktir, olur. Bunda bağışlayacak da bağışlanacak da hiçbir şey yoktur. Hem niye olsun!

Genç olman gereken çağda olmadıysan o fena işte, ilerde de beter biri olursun, hayatı kendine de başkalarına da zindan edersin, gençlikten nefret edersin! Yazık edersin!