Başkasının yerine utandınız mı hiç? Utanmışsınızdır, insan olan utanır çünkü. Aynı türün özelliklerini paylaştığınız için belki de, aranızda bir yakınlık, benzerlik olduğu düşüncesiyle ve onun davranışlarından az çok sizin de sorumlu olduğunuz kaygısıyla olsun utanmışsınızdır. Hadi ‘Devrim için savaşmayana sosyalist denmez’ şiarına benzeterek, ‘başkasının yerine utanmayana insan denmez’ diyelim.

İnsan olmanın gerekliliklerinden biri özürse, biri de mahcup olmaktır, utanmaktır. İnsan olmak için kırk fırın ekmek yemek gibi kırk özellik sıralanabilir, belki de daha çok. İnsan Nasıl İnsan Oldu? kitabını hatırlıyorum. Felsefenin Temel İlkeleri, Sosyalizmin Alfabesi türünden okuduğumuz kitaplar arasındaydı. Geçmiş zaman, insanın insan olduğuna inanmıştık!

Başkasının yerine utanmak insanı iki kere insan yapmaz elbette. Hem buna ne gerek var? İnsan kendi yerine utansa yeter, bu da insanı insan yapmaya yeter. Ne var ki özür kültürü olmayan bir yerde, kültüründe özür olmayan bir toplumda utanma duygusu da sözkonusu olmayacaktır. Hem, olması da biraz tuhaf sayılmaz mı?

Utanma ve mahcubiyet duyma üstüne ilk yazımı 1993-94 yıllarında Express’te yazmıştım. Bombalar, infazlar, gözdağı, sindirme, muhaliflerin şeytan üçgenlerinde yok edilmesi, suikastler, pusular, kayıplar, cinayetler... Cinayetin doğal, ölümünse bir skandal olduğu günler. Doğal ölümün olağan karşılandığı ve ölümünün doğal olanının özlendiği günler. O zamanlar şöyle düşünürdüm: Mahcubiyet duymayı bilseydik sonunda utanacak duruma düşmezdik. Utanmayı biraz olumsuz görmüşüm o günlerde, mahcubiyetin, olması halinde, yeterli olacağını düşünmüşüm. Belli ki toplumsal ve kişisel vicdanın hala pek çok şeye karşı çıkmaya yeteceğine ve kötülükleri önleyebileceğine güvenmişim. Vicdan varsa mahcubiyet de vardır diye düşünmüşüm belki de. Hala öyle düşündüğümü söylemeliyim.

Mahcubiyetten hafif bir pembelik yayılırdı insanın yüzüne, küçücük bir ateş basardı belki, o yoksa utançtan kapkara olurduk. Yüzümüz kara çıkardık her şeyden. Sonra her şey kararırdı, karartma geceleri gibi olurdu ortalık. Mahcubiyeti çoktan yitirmiş olurduk. Bunu söyleyince de gülünç olurduk. Söyleyemezdik. Ar perdesi yırtılmış olanlar kim bilir neler söyler, ne küfürler yağdırırlardı üstümüze.

Ar perdesi yırtılmak, dünyayı mülkü görenlerin fiilidir. Yeryüzünü yağmalanacak, işgal edilecek topraklar, denizleri kurutulacak kaynaklar olarak görenlerdir ar perdesi yırtılanlar. Hiç kimseye verilecek hesabı olmadığını düşünenler, kendi deyimleriyle ‘Allahtan başka kimseye hesap vermeyecek, hiçbir gücün karşısında eğilmeyecek’ olmakla övünenlerdir. ‘100 Büyük Türk Büyüğü’ diye bir dalga vardı, canım yanıyor, içim parçalanıyor olmasa, o kibirlileri, muktedirleri de bu büyüklerin arasında anarak dalga geçerdim ama...

Şimdi artık mahcubiyet duygusunun eski romanlarda, eski yeşilçam filmlerinde ve kimi mahcup şairlerin, Ziya Osman Saba, Rüştü Onur, Muzaffer Tayyip Uslu gibi, şiirlerinde kaldığını düşünüyorum. Bir de anılarda elbette, özlemle iç çekerken: ‘Ne güzel mahcup olurduk biz eskiden!’ derken. Çoktan sandıklara kaldırılmış elişleri, kanaviçe, oyalı dantellerin yanına, tavanarasında dededen kalma kalem, divit, hokka, babaanneden kalma yazma, gözlük ve ‘eski harfli kalp ağrısı’nın yanına sessizce ilişirdi mahcubiyet.

7-8 yıl önce, 2008-9’da yine yazdım bu konuda. Adorno’nun “Austchwitz’den sonra şiir yazmak da barbarlıktır” cümlesini okuyalı yıllar olmuştu ve ben onu “Kerbela’dan sonra şiir yazmak barbarlıktır” diye de okuyordum. Meğer Maraş’tan sonra, Madımak’tan sonra, Roboski’den sonra, Suruç’tan sonra diye de durmadan yineleyecekmişiz bu yargıyı ve bir sorgu olarak çıkacakmış karşımıza sürekli.

Yalan söylemek çoğunluğa göre utanılası bir iştir, ortak ahlak değerleri yalan söylememeyi buyurur, semavi ya da tektanrılı dinler ve onların kutsal kitapları da öyle. Cehennem ateşinde yanmak gibi bir ödülü vardır bunun. Dünyanın her yerinde iktidarların, ırkçı, faşist, gerici, mezhepçi muktedirlerin saltanatlarını sürdürmek için bu ‘yalan dünya’da ortakları da yalandan başka bir şey değildir. Korku imparatorluğunu, yalan imparatorluğuyla desteklemedikçe sürdürmek olanaksızdır. Eskiden ‘rotatifler yalan söyler’di. Nazım Hikmet’in “Ellerinize ve Yalana Dair” şiiri bu ar perdesi yırtılmışları, eskiden yeniye, halka ifşa etme görevini de üstlenir: “ve insanlar, ah benim insanlarım/yalanla besliyorlar sizi/halbuki açsınız/etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız” der, sonra da sürdürür: “antenler yalan söylüyorsa/yalan söylüyorsa rotatifler/kitaplar yalan söylüyorsa/beyazperdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların/dua yalan söylüyorsa/ninni yalan söylüyorsa/rüya yalan söylüyorsa/meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa/yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı/söz yalan söylüyorsa/ses yalan söylüyorsa/...” nedeni de bellidir: “ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız/bu ölümlü, bu yaşanası dünyada/bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.”

Bir bezirgan saltanatında yaşıyoruz ve yalanın saltanatı hüküm sürüyor. Dini, ilahi bir inanç, manevi bir iklim ve ruh yoldaşı olarak yaşamakla yetinmeyip onu araçsallaştıranlar, siyasallaştırıp bir sistem haline getirenler de hiç kuşkusuz, dünyevi diye suçladıkları bir ahlakla davranacak ve yalanı da hem mübah kılacaklar hem de meşru göreceklerdir. Hatta iki kere yalan söylemiş olacaklardır böylece. Çünkü takiyye diye bir şeye başvuracaklar ve ikiyüzlü davranarak gerçek amaçlarının ne olduğunu insanlardan saklayacaklardır. Bu sıradan bir yalan değildir, aynı zamanda kendisine insanım diyenin utanacağı da bir şeydir. Muktedir olmak belki de utanma duygusunun olmadığı ve yalanın gerçeğin yerini aldığı bir haldir. Sadece kendi ırkından, kendi dininden olanlara yakın olma iddiası bile yalandır. Bunlar softa tutumları yüzünden ne tasavvuftan nasiplerini alacaklar ne de ariflerin sözlerine kulak vereceklerdir. Gurbet diye baktıkları dünyaya boğazlarına kadar batmış bir halde saplanacaklardır.

Onlar yalan söylüyorlar, biz utanıyoruz. Çünkü söylenenlerin yalan, ölümlerinse gerçek olduğunu hepimiz biliyoruz. Özür dilemeyecekler, pişman olmayacaklardır. Olurlarsa ellerinde tutunacakları hiçbir şey kalmaz. Muktedir olmak çünkü bir insan hali değildir. İktidar olmak, tahakküm kurmak dışında da bir hayat olduğunu fark ettiği zaman insan, insan olur. Mahcubiyet duyar, özür bildirir, hatta başkasının yerine bile utanma gereksinimi duyar zaman zaman. Nimri Dede’nin şiirini hatırlayalım, “İkilik kinini içimden atıp/özde ben bir insan olmaya geldim/taht kuralı ariflerin gönlüne/sözde ben bir insan olmaya geldim”. Kısacası ya muktedir olursun ya insan!