Depremin yıkıcılığına da tam olarak böyle bakmak gerekir; depremin yıkıcılığını belirleyen şey onun şiddeti ya da büyüklüğü değildir esas olarak; Türkiye’deki sermaye birikim süreçleri ve o süreçler adına yapılanlardır.

Özelleştirme, mülksüzleştirme, deprem

Fatih YAŞLI

BirGün’de 23 Mart günü yayınlanan “Kamunun malını 20 yılda yok ettiler” başlıklı ve Mustafa Kömüş imzalı haberde Özelleştirme İdaresi’nin verilerine göre 2022 yılında 504 milyon dolarlık kamusal varlığın özelleştirildiği yazıyordu. 504 milyon dolar elbette ki küçümsenecek bir tutar değil ama geçmiş yıllarla kıyaslandığında hayli düşük; çünkü 20 yıl boyunca elde avuçta ne varsa satıldığı için artık özelleştirilecek pek bir şey kalmamış durumda.
Haberde aktarılan Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın 2022 raporuna göre AKP döneminde yapılan özelleştirmelerin tutarı tam 63 milyar dolar. 1986’da, yani Özal döneminde başlayan özelleştirme sürecinden 2022’ye kadar geçen dönemde yapılan toplam 73 milyar dolarlık özelleştirmenin % 88’i bu iktidar döneminde gerçekleşmiş. Yani iktidar 12 Eylül’ün neoliberal mantığını, Özal’ın özelleştirme sevdasını, Çiller’in “son sosyalist devleti de yıktık” söylemini almış ve zirvesine taşımış; Cumhuriyetin bütün kazanımlarının tasfiyesine eşlik edecek şekilde fabrikalar, madenler, limanlar da haraç mezat satılmış.


Sermayenin mantığı

Özelleştirme teknik olarak kamuya ait varlıkların özel sektöre devri anlamına gelir ama bunun ötesinde esas olarak sermayenin mantığına, işleyiş biçimine işaret eder. Kapitalizm, başta emek olmak üzere her şeyin metalaştırılması, yani piyasada bir fiyatının olması ve alınıp satılabilir hale gelmesi demektir. Bu ise aynı zamanda bir mülksüzleştirme sürecidir; emek gücünün satılabilmesi için emekçilerin mülksüzleştirilmesi şarttır ve sermayenin birikmesi için kamusal mülkiyetin tasfiye edilip özel mülkiyet haline getirilmesi bir zorunluluktur. Dolayısıyla sermaye, kavramın en geniş anlamında mülksüzleştirerek ve özelleştirerek büyür.

Ancak sınıf mücadeleleri ve Sovyetler Birliği ile sosyalist kampın ortaya çıkması gibi faktörler nedeniyle sermaye işçi sınıfına kimi tavizler vermek zorunda kalmış, özellikle 2. Dünya Savaşından sonra -emeğin metalaştırılması süreci devam etse de- eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlar büyük ölçüde piyasa mantığının dışına çıkarılmış, devlet tarafından kamusal birer hizmet olarak sunulmuştur. Kapitalizmin 1974 yılında yaşadığı krizden sonra ise işler tekrar değişir; neoliberalizm, kapitalizmin yaşadığı krizin nedenini sosyal devletin ve kamusal hizmetlerin yaygınlaşmasıyla kamusal harcamaların artışında görür ve çare olarak “devletin küçültülmesi”ni gündeme getirir. Devlet sosyal niteliğinden vazgeçecek, sermaye üzerindeki vergi yükünü azaltacak, onun dolaşım hızını artıracak düzenlemeler yapacak, kamusal varlıkları özelleştirmeye açacak ve kendi verdiği kamusal hizmetleri piyasaya terk edecek, yani bu hizmetlerin metalaşmasına izin verecektir. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte özelleştirme ve mülksüzleştirme süreci hızlanır, böylece kapitalizm özüne dönmüş olur.

Sermayenin mantığı olarak özelleştirme, basit bir ilkeye dayanır: Sermaye büyümezse küçülecektir, bu yüzden birikmesi gerekir. Birikmesi için ise pürüzsüz bir uzama ihtiyacı vardır ve bir mantık olarak özelleştirme kamusal olanı gaspederek o pürüzsüz uzamı yaratır, sermaye birikimini hızlandırır. AKP’nin son 20 yılda yaptığı tam olarak budur. Liberallerin tüm o “Türkiye’de neoliberalizm yok, gerçek anlamda kapitalizm bile yok” tarzı analizlerine rağmen, AKP’nin son 20 yılda attığı her adım neoliberal ajandaya uygundur ve sermaye birikimini hızlandırmaktır. Özelleştirme bunun için bir araçtır, sendikasızlaştırma bunun için bir araçtır, taşeron ve güvencesiz çalışma bunun için bir araçtır ve elbette ki ortalama ücretlerin asgari ücret seviyesine yakınsaması bunun için bir araçtır.

Depremin mi, sermayenin mi yıkıcılığı?

Depremin yıkıcılığına da tam olarak böyle bakmak gerekir; depremin yıkıcılığını belirleyen şey onun şiddeti ya da büyüklüğü değildir esas olarak; Türkiye’deki sermaye birikim süreçleri ve o süreçler adına yapılanlardır. Türkiye’de kentleşme piyasa mantığına göre işler; yapılaşma, imar düzeni, rantlar, ihaleler, denetleme, inşaat sektörü, bunların hepsi sermaye birikim süreçlerinin ve o süreçlerin merkezinde durduğu özelleştirme ve mülksüzleştirme mekanizmalarının birer yansımasıdır ve işte o mekanizma beraberinde yıkımı da getirmiştir.

Sermaye, kendisine değerlenedirebileceği yeni alanlar ararken, kanserli bir hücre gibi kamusal olana saldırır; kamuya ait fabrikaları, bankaları, madenleri, limanları ele geçirmekle yetinmez. Ormanları, nehirleri, sahilleri, yani bir bütün olarak doğayı da ele geçirmeye çalışır. Dahası, “ortak fayda”yı, “kamusal yarar”ı ortadan kaldırmayı istediği için en temel insani hakları piyasanın insafına terk eder ve buna barınma da dahildir. Kapitalizmde barınma, bir insan hakkı olarak değil, rant yaratan bir yatırım aracı olarak görülür, sermaye birikim sürecinin en önemli uğraklarından biri, hele Türkiye gibi kapitalistleşme sürecine geç giren ülkeler söz konusuysa, inşaat ekonomisidir.

Türkiye bugün geldiği noktada kamusal olanın gaspının sonuçlarını yaşamaktadır ve deprem bunu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarmıştır. Toplum odaklı olmayan bir ekonomi, inşaat merkezli bir sermaye birikim modeli, konutun bir yatırım aracı olarak görülmesi, imar rantları üzerinden yaşanan hızlı zenginleşme, ihaleler, komisyonlar, rüşvet, mafyalaşma, bunların hepsi kamusal olanın gaspının ve kamuculuk fikrinin tahrip edilmesinin bir sonucudur. Bu fikrin tahribi depremin tahribatını artırmış, binlerce insanımız kâr ve rant hırsına kurban edilmiştir.

Yol ayrımı

Bugün Türkiye bir yol ayrımındadır ama bu yol ayrımı basitçe 14 Mayıs seçimlerinin sonuçlarına indirgenemez. Öncelikli mesele bu iktidarın gönderilmesidir elbette ama her şey bundan ibaret değildir; AKP’nin yerine gelecek olanların esastan bir kamuculuk yapmayacakları, toplum odaklı, planlı, devletin geliri emek lehine bölüştürdüğü bir modeli hayata geçirmeyecekleri, sermaye adına bir restorasyon programı yürütecekleri açıktır.
İşte bu nedenle Türkiye soluna AKP-sonrası Türkiye’de düşen son derece önemli bir görev vardır. Halkın AKP’yi göndermekle kazanacağı özgüvene, kendi gücünün ve varlığının bilincine varmasına yaslanarak halkın taleplerinin siyasetin merkezine yerleşmesini sağlamak ve buradan yeni bir siyaseti özne haline, aktör haline getirmek. Sol, halkla birlikte, halktan çalınanların nasıl geri alınacağı üzerine, kamuculuğun nasıl halkın ortak duygusu haline getirileceği üzerine, kamusal çıkar alanını nasıl genişletip özel çıkarlar alanını nasıl daraltacağı üzerine daha şimdiden kafa yormak zorundadır.
Sosyalizm mücadelesi sadece muhayyel bir gelecek üzerine değil, bugün üzerine de verilen bir mücadeleyse, tıpkı deprem bölgelerinde yaratılan dayanışma ve yönetme modelleri gibi, sosyalizmi güncel bir pratikler bütünü haline getirecek ve onu hayatın içerisinde kendiliğinden görülebilir bir niteliğe kavuşturacak, böylece halklaştıracak, somutlaştıracak bir siyasete ihtiyaç vardır ve bugünden yarına bunun için bütün koşullar uygundur. Yüzümüzü dönmemiz, odaklanmamız gereken yer burasıdır.