Kimlik siyasetiyle ilgili çok daha gerilere doğru bir takip yaptığımızda, 170 yıl önce yani 1845’te Marks ve Engels’in yazdığı Alman İdeolojisi’nde eleştirilen “Hakiki Sosyalistler”e ulaşırız

MEHMET YEŞİLTEPE / mytepe1960@gmail.com

Çok özel bir süreçten geçiyoruz. Bir travma, bir çeşit sol melankoli hali söz konusu. Deyim yerindeyse acılara tutunarak konuşuyoruz. Bunda Türkiye Kürdistanı’nda yaşananlar kadar, solda giderek yaygınlaşan özgüvensizliğin, dolayısıyla da günü kurtarma eğilimlerinin rolü var. Belki de tarihinde hiç bu denli reel politik devrimci siyasetin, kimlik siyaseti de sınıf siyasetinin önüne geçmemişti.

Bu durum, ihtiyaç haline gelen tartışmalarda psikolojik ve duygusal değerlendirmelerin, politik değerlendirmeleri baskılamasını beraberinde getirirken, tartışmaların sağlıklı bir zeminde/içerikte yürütülmesini güçleştiriyor. Tam da bu nedenle, bugün hemen her yapının gündemine girmiş olan özerklik tartışmalarının daha sağlıklı, doyurucu ve üretken biçimde yürütülmesi için, günü kurtaracak açıklamalara değil, aceleye getirilmeyen ve mümkünse kolektif bir üretime ihtiyaç vardır. İşte bu ihtiyaç için ben, ilk adım bağlamında, ileride daha kapsamlı olarak ele almak üzere meselenin yöntemsel boyutuna değinmeye çalışacağım.

Hakiki Sosyalistler’in yeni versiyonu mu?

Bugün gerçekte özü itibariyle sınıf ayrışmasına dayanan çelişmeleri Türk-Kürt, Alevi-Sünni, kadın-erkek diye tanımlayan zeminde giderek bir yaygınlaşma söz konusu. Dikkatle bakıldığında bu duruşun yeni olmadığı görülür. Mesela Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, 1985’te yazdıkları “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” kitabında Radikal Demokrasi’den söz eder. Bugün yoğun biçimde bu tanımla karşılaşıyoruz.

Gerçekte bu nedir? Hakikaten Marksizme bir alternatif midir? İddia edildiği gibi Marksizm kimlik sorunlarına değinmemiş midir; bu konuya kör ve sağır mıdır? Sanıldığının aksine Marksizmde Yahudi Sorunu, Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, Kadın Sorunu, Köylü Sorunu, Din Sorunu işlendiği halde, Marksizm’e yönelik bir yok sayma ve itibarsızlaştırma söz konusudur.

Böyle bir süreçte toplumun aklı ve yol göstericisi olması gereken sol, geçmişte hemen hiçbir yapının itibar etmediği fikirleri, ideolojik referanslarına bakmaksızın savunuyor. Yani bugün işimiz daha zor.

Bırakalım zorunlulukların bilincinde olup belirli bir amaç için değerlendirmeyi, bugün artık zorunluluklar bütün bir toplumu esir almış durumda. Kutuplaşmalar da saflaşmalar da sınıfsal ölçeklerden uzak kaygan bir zeminde yaşandığı için, hiç umulmadık kişilerle yan yana gelinebiliyor. Güncel acil ihtiyaçlar öylesine bir baskılanma oluşturmuş durumda ki artık stratejik ufuktan söz edilemiyor; nasıl bir düzen amaçlandığı ve bunun bugünkü mücadele gerekleri tartışılamaz olmuş. Sendikalarda bile yoldaşlık, sınıf üzerinden değil kimlik üzerinden yapılıyor. Bu durum gerçekte, fikri ve fiili birikim sürecinde çok ama çok geriye düşmektir.

30 yıl öncesine gittiğimizde Ellen Wood’un “Sınıftan Kaçış”a dikkat çekişine ve “Yeni ‘Hakiki’ Sosyalistler” tanımı yaparak, radikal demokrasi perspektifli kimlik siyasetine karşı duruşuna tanık oluruz.

Kimlik siyasetiyle ilgili çok daha gerilere doğru bir takip yaptığımızda, 170 yıl önce yani 1845’te Marks ve Engels’in yazdığı Alman İdeolojisi’nde eleştirilen “Hakiki Sosyalistler”e ulaşırız. “Hakiki Sosyalistler”, sosyalizmi sınıf mücadelesinin sonucu olarak değil de sosyal çelişkilerin uzlaştırılması sonucu ortaya çıkacak sınıflar üstü bir teori olarak kabul eder. Geçtiğimiz günlerde yaşamını yitiren Wood da radikal demokrasi savunucularını ütopik sosyalistler ile sol Hegelcilerin eklektik karışımı olan bu “Hakiki Sosyalistler”le benzeştirerek “Yeni Hakiki Sosyalistler” olarak tanımlar. Yani biz bugün, Ellen Wood’un 30 yıl önce, Marks-Engels’in 170 yıl önce eleştirdiği “Hakiki Sosyalistler”in yeni versiyonu ile karşı karşıyayız.

Özerklik, iktisadi süreçlerden kopuk ele alınabilir mi?

Hemen her konuda olduğu gibi özerklik meselesi de mücadelenin bütünlüğü, neden-sonuç ilişkisi ve çözüm diyalektiği içinde değil de öznelleşmiş dar tanımlar ve bağlamlar içinde ele alındığı için, yapılacak değerlendirmelerde öncelikle “Hangi Özerklik?” sorusuna yanıt arayarak başlamak gerekiyor.

Özerklik, mevcut iktisadi politik sistemden bağımsız, başlı başına ele alınıp değerlendirilebilecek bir olgu değildir; atfedilecek olumluluk da yapılacak eleştiriler de iktisadi yapıyla ilişki içinde bir değerlendirmeyi gerektirir. Yani sosyalizmde de kapitalizmde de özerklik mümkündür. Bir çeşit görece bağımsızlık veya diğer bir ifadeyle görece bağımlılıksa özerklik; “nereye bağımlılık, kime göre, nasıl” gibi sorular ihtiyaç haline gelir. Hangi merkezin yereli olunduğu, ilişki özerkleşse de önemlidir, hatta nitelik belirleyicidir.

Bugün yapılmakta olan tartışmalarda sapla samanın karışmasının; Osmanlı’dan da Avrupa’dan da örnek verilerek konunun iktisadi sistemden bağımsız başlı başına bir olumluluk içeriyormuş gibi ele alınmasının nedeni budur.

Sanıldığının aksine, tüm özerkliklerde bir “merkez” ilişkisi, dolayısıyla da bir üretim ilişkisi vardır. İdari boyutta da olsa merkezle ilişki devam etmekte, hatta yerelleşmenin merkezi politikalarla uyumunu gözeten bir planlama eşliğinde gündeme getirilmektedir. Böyle bir planlama örneğin, kolektif mülkiyete geçmiş bir ülke için (Küba vb.) sağlıklı sonuçlar üretirken, hatta demokratik yapılanmanın devamının güvencesi sayılırken; İspanya, İngiltere veya muhtemel Türkiye için, kapitalizmin dolayısıyla sömürü ilişkilerinin devamının güvenceye alınması anlamına gelmektedir.

Bir süredir özerkliğin (kapitalist özerklik) sermaye güçleri tarafından istenmesinin hatta yer yer dayatılmasının sebebi, sermaye hareketlerinin esnekleştirilmesi dolayısıyla da önündeki engellerin azaltılmasıdır. Türkiye’de 2004 yılında gündeme getirilen Kamu Yönetimi Temel Kanunu da bu kapsamda bir adımdır. “Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi”, Dünya Bankası ile imzalanan Kamu Sektörü Kalkınma Politikası Kredisi (PPDPL-Programatic Public Sector Development Policy Loan) serileri içinde önemli bir yere sahiptir. Kamu sektörünü piyasalaştırmayı, dolayısıyla da tekellerin insafına bırakmayı amaçlayan bir düzenlemedir.

Emperyalizmin, güçlü merkezi devletler yerine daha zayıf birimlerle muhatap olmayı tercih ettiğini gösteren adımlara giderek daha sık rastlanmaktadır. Ancak bu alanda, 20 yıldır varlığını sürdüren Bosna-Hersek kantonlarından Katalonya veya Bask’taki özerkliğe kadar halkların yararına sonuç doğurmuş; eşitlik ve özgürlük yönünde bir arpa boyu yol alınmasını sağlamış tek bir örnek yoktur.

Özetle, özerkliğin hangi iktisadi zeminde tartışıldığına bakılmalıdır. Kapitalist üretim tarzındaki özerklik ile üretim araçlarının kolektifleştirildiği sosyalist üretim tarzındaki özerklik bir ve aynı değildir. Lenin’in özerklikten söz ederken “demokratik bir devlet”in gerekliliğine dikkat çekmesinin nedeni budur. Ve daha da önemlisi, “Burjuvazinin demokratik taleplere önderlik etme niteliğini bütünüyle yitirdiği emperyalizm koşullarında, sınıfsal kurtuluştan ayrı bir ulusal kurtuluş mümkün müdür?” sorusu üzerinde durulmalıdır.