‘Sokrates’ in Ölümü’, ‘Bendeniz Rousseau’, ‘Kant’ın En Çılgın Günü’ ve ‘Marx’ın Hayaleti’… Evimize bu filozofların girmesinde başta Cumhuriyet olmak üzere pek çok yayının katkısı var

Özgür düşünce susturulamaz

Murat Müfettişoğlu
mmufettisoglu@gmail.com


Babama yıllarca içten içe sitem ettim. Okula başlamadan önce eve getirdiği tek gazetenin renksiz ve resimsiz oluşuna sinir olurdum. İlkokula giderken yazılarının karınca duası misali uzunluğu içimi bayardı. Ortaokula geldiğimde bulmacasının zorluğuna takmıştım. Her ne hikmetse lisede tutkulu bir Cumhuriyet okuru olmuştum... Aradan onlarca yıl geçti. Salonda gazete okuyordum. Kızımın odasından sağlam bir gürültü geldi. “İyi misin!” diye seslendim. "İyiyim baba, yok bir şey!" dedikten az sonra elinde dört kitapla salona girdi. “Bunları raftan alınca bütün kitaplar aşağıya düştü” dedi. Gazeteyi bırakıp elindekilere baktım: ‘Sokrates’ in Ölümü’, ‘Bendeniz Rousseau’, ‘Kant’ ın En Çılgın Günü’ ve ‘Marx’ ın Hayaleti’. Güldüm. “Doğrudur kızım, düşmüşlerdir” deyip gazeteme döndüm. Evimize bu filozofların girmesinde başta Cumhuriyet olmak üzere pek çok yayının katkısı var. Biliyorum.

Sokrates

Babası heykeltıraş, annesi ebe olan birinden eninde sonunda yaratması beklenir. Ve gün gelir o kişi şöyle der: “Sorgulanmamış hayat yaşamaya değmez.” Hayatı özgürce sorgulamasının bedelini ise hayatıyla öder. Oysa ölüm cezasına hep karşı çıkmıştır. O kişi Sokrates’tir… Etikle yaşamı birbirinden ayırmaz; insanları hizaya getiren kurallar sunmaz; yollar ve yöntemler göstermez. Tam tersine; her şeyi sorgular, eleştirir. Kalıplara kapanmayı, mutlağa sarılmayı, dogmaya saplanmayı reddeder. ‘Aydınlanma felsefesinin tohumlarını atan ilk düşünürdür’ desek yeridir. Buna rağmen ‘hiçbir şey bilmediğinin bilgisine sahip olması’ sahte bilginlerden ayrılmasını sağlar. ‘Nasıl ki etikle yaşamı bir tuttuysa, kötülükle cehaleti de aynı kefeye koymuştur. Gerekçesi nettir: “Çünkü kimse bilerek kötülük yapmaz!” der. Ona göre erdemli bir yaşam ancak bilgi ve aydınlanma sayesinde mümkündür.

‘Atinalı gençlerin kafalarını karıştırmak, din hakkında ileri geri konuşmak’ suçlamalarıyla mahkemeye verilir. Davası sürerken arkadaşları tarafından kaçırılmak istenir ancak karşı çıkar. Mahkemeden ‘aman dilemektense’ baldıran zehirini kendi elleriyle içerek ölmeyi tercih eder. İdam edilmeden önce karısı, “ama sen suçsuzsun; suçsuz yere idam ediliyorsun!” der. Ona şu karşılığı verir: “Be kadın, suçlu olarak idam edilmemi mi yeğlerdin?”

Rousseau

Rousseau’nun doğumundan birkaç gün sonra annesi ölmüş. Yoksul bir saat tamircisi olan babası ilk eğitimini üstlenmiş, ancak çok geçmeden o da hapse girmiş. Çocuk yaşlardaki yalnızlığına rağmen yaşamını sağlam temeller üzerine oturtmasını bilmiş. Yetinmemiş; kendi elleriyle var ettiği özgürlüğünü başkaları için de istemiş. Pedagojinin esamesinin okunmadığı 18.yy’ da çocuk eğitimi hakkında söyledikleri bugün de geçerliliğini koruyor.

Hıristiyan ahlakı, ‘kişi vicdanının tek (içsel) otorite olduğunu ve Tanrı’nın insanlara bahşettiği yegâne kılavuz anlamına geldiğini’ söyleyerek bilinçleri dondurmuştu. İnsani ölçekte, özgürlükçü, eşitlikçi ve laik temalara vurgu yapmak Rousseau ve onun gibi düşünenlere düştü.

İnsanın içinde uhrevi bir yasa, kılavuz vs yoktur; doğayla bağlantısının tek kanıtı ve kalıntısı olan özgürlük güdüsü vardır; o da her devrin iktidarları tarafından bastırılmaktadır. Rousseau’nun özgürlük anlayışı sınırsızlık anlamına gelmez. “Özgürlük, istediğiniz şeyi yapabilmeniz değil; istemediğiniz şeyi yapmak zorunda olmamanızdır” der, meseleyi bağlar. Ünlü eseri Toplum Sözleşmesi’nin başında, “insan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur” diyerek pek çok devrimciye esin kaynağı olmuştur.

Kant

Önce 4 Ocak 2016 tarihli bir haber: "Din İşleri Yüksek Kurulu, nişanlılık döneminde çiftlerin el ele tutuşmamaları ve baş başa kalmamaları gerektiğini belirtti.” Şimdi de 22 Nisan 1724 doğumlu Kant’ın sözlerine kulak verelim: “Aydınlanma, kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir. İnsanlar ışığı görmez; ışık sayesinde görürler.’ Kant’tan iki satırlık izin alıp azıcık içimizi dökelim: “Yeni Türkiye Yeni Osmanlı’dır” dediler; kendi tebalarıyla birlikte bizi de ‘bir ileri iki geri’ giden bir ülkede yaşamaya mahkum ettiler. Epeydir “ya sev ya terk et”çilerle kol kala yürüyorlar. Lakin “ilahlar” Musul’dan gelen asiti yağdırarak ülkenin belasını veriyorlar!

Kant, çoktandır buharlaşıp tükenmeye yüz tutan ahlak/etik felsefesini şöyle formüle etmiştir: “Öyle davran ki, davranışların genel kural haline gelsin”. Din İşleri’ne soralım: “Yüksek ahlak adına el ele tutuşmamayı düstur edinen nişanlıların bu davranışının evrensel bir norma dönüşme ihtimali var mıdır?” Cevap ‘evet’ olamayacağına göre ‘hayır’dır. Zira (sözde) Hıristiyan ahlakının ve aynı tastan şerbet içen bütün semavi dinlerin iddia ettiği gibi; hakiki ahlak/etik ne Tanrı kelamı üzerine kurulur, ne de Din İşleri’nin fetvasına uyarak ahlaklı olunur. Ahlak/etik, insani yetilerle ve birikimlerle yontulan bir kilit taşıdır. Yerine insana ait olmayan bir şey koyarsanız yapı çöker. Bugün olduğu gibi; din bezirgânları, ahlak düşkünleri, alt-üst akıllar etrafta cirit atar. Ve Kant’ın 250 yıl önce dediği gibi; ‘insanca varoluş hali demek olan barış ayaklarımızın altından kayar; gayrı insani varoluş demek olan savaşa gark oluruz. Bakınız Güney Doğu, bakınız Musul!

Marx

Marx, Prusya Krallığı’na bağlı Trier kentinde Yahudi bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. Ardında devasa bir külliyat bırakarak Londra’da uyruksuz biri olarak öldü. Öldüğünde kucağında -Voltaire ve Rousseau’ya hayran olan- babasının fotoğrafı vardı.

Külliyatının özetini yapacak ne yerim ne de birikimim var. Ancak, Üstat’ın şu sözleri çok şey anlatır: “İnsanların bilinçleri yaşam şartlarını belirlemez; yaşam şartları bilinçlerini belirler. Mademki insanı biçimlendiren yaşam şartlarıdır; o zaman şartlar en insani şekilde biçimlenmelidir. Hayvan olmak istiyorsan olabilirsin elbette. Bunun için insanlığın acılarına sırt çevirmen, yalnız kendi postuna özen göstermen yeterlidir.”

ozgur-dusunce-susturulamaz-205865-1.

Yüz elli sene önce yaptığı kapitalizm çözümlemeleri bugünün azılı kapitalistlerinin de dikkatini çekmiştir. 2008 finansal krizinde pek çok CEO’nun Kapital’e göz attıkları basına yansımıştı. Malum zevat, kapitalizmi (sözde) insan doğasıyla ilişkilendirdiğinden ve mülkiyeti kutsadığından açık çelişkilerini görmezden gelir. Gelgelelim, paçaları sıkışınca sistemi kendilerinden çok daha iyi bilen birine müracaat etmeleri kaderlerinin cilvesidir. Şöyle der Marx: “Teknolojinin sürekli gelişmesi, ekonominin büyümeye endeksli oluşu ve kârın arttırılması zorunluluğu kapitalizmi periyodik krizlere mahkûm eder” ve hücresel düzeydeki çözümlemeleriyle meseleyi açar. Mezar taşında Komünist Manifesto’nun son cümlesi yazmaktadır: “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”

Kapitalistlerin bilmediği…

İslam inancında ‘kıyamet’ gününde dirilecek ölülerle birlikte tüm insanların toplanacağı yere Mahşer deniyor. Hıristiyanlık'ta da ‘kıyamet alameti’ olarak ortaya çıkacağına inanılan dört atlıya Mahşer’in Dört Atlısı denir. Bazı din uzmanlarına göre beyaz at ve binicisi İsa’yı, kızıl at ve binicisi kan ve savaşı, siyah at ve binicisi kıtlığı, soluk at ve binicisi ise salgın hastalıkları ve ölümü sembolize eder. Teşbihte hata olmaz: Betimlenen Mahşer’e doğru dörtnala gittiğimiz yukarıdaki sembolik anlatımlardan da anlaşılıyor. Oradan da Cehennem’e transfer kolay olacağa benziyor. Zira kapitalistler dünyayı cehenneme çevirmiş durumdalar. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, ülkedeki iktidar, yaşamın atlıları olan filozofları ve gazeteleri raflarımızdan bir bir alıyor. Fakat bilmiyorlar: Özgür düşünce susturulamaz!