Sevmediği gazetecileri tutuklatan, sevmediği gazeteleri kayyım atamak suretiyle “ehlileştiren” bir iktidar var. İktidar dediğim, tek bir adam aslında. O ve arkadaşları, durmadan ilerliyorlar

Özgürlük?

Memleket ahvali, güzel şeylerden söz etmemize izin vermiyor. Değil gazete yazılarında, sosyal medya hesaplarımızda bile son dönemde art arda karşımıza çıkan bir kısım güzel albümler, filmler ya da iyi kitaplardan söz etsek, hemen birileri sizi eleştirmeye başlıyor: “Böyle bir ortamda, insanlar ölürken müzikten edebiyattan mı söz ediyorsunuz?” Haklılar elbette, insanlar ölürken/öldürülürken istesek de güzellikleri göremiyoruz ama bir yandan yaşantımızı sürdürmek için bunları görmek zorundayız. İstenen tam da bu çünkü: “Evinize kapanın, toplanmayın, içmeyin, öpüşmeyin/sevişmeyin, müzik dinlemeyin…” Hayatımıza müdahale etmediklerini söyleyenler, bunlarla övünenler, fiili müdahalelerini sürdürüyor. Neyse ki, “inadına” güzel işler yapılıyor memlekette… Ancak bugün, bunlardan söz etmenin sırası değil. Geçtiğimiz hafta, Can Dündar – Erdem Gül ikilisinin serbest bırakılması üzerine yazmış, “Özgürlük nereye kadar?” sorusunu sormuştum. Gördük ki özgürlük, hâlâ lüks.

Basın özgürlüğü üzerinden lafa gireyim… Cumhurbaşkanına ve başbakana sorarsanız, “içeride” gazeteci yok; dışarıda gazeteler “her” şeyi yazıyor. Oysa kazın ayağı öyle değil. Cuma, yine bir gazeteye kayyım atandı. Nicedir hükümetin hedefindeki Zaman’ı dümen suyuna sokmak için bir adım atıldı ve “gereği” yapıldı. Gazla, copla müdahale, turnikelerin kitlenmesi, gazetecilerin içeri alınmaması gibi “formalite”leri baştan yaşadık. Bundan sonra neler olacağını birlikte göreceğiz. Sevmediği gazetecileri tutuklatan, sevmediği gazeteleri kayyım atamak suretiyle “ehlileştiren” bir iktidar var. İktidar dediğim, tek bir adam aslında. O ve arkadaşları, durmadan ilerliyorlar. 12 Eylül döneminde de böyleydi bu. Turgut Özal, bu dönemin sürdürücüsü oldu. İlhamını, 1950’de iktidara gelen ve attığı adımlarla memleketin karanlık bir döneme girmesine sebep olan Adnan Menderes’ten alıyordu –ki bugünkü iktidar da Menderes ve Özal’ı “milletin adamları” olarak değerlendiriyor, onların izinden gittiğini her fırsatta dile getiriyor.

İşin fenası, memleket, ilerlemelerine izin veriyor. Yazık ki, herkes yanındakinin acısına kör. Geçtiğimiz hafta içinde yapılan Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) ödül töreninde Murathan Mungan, tam da bunun altını çizen bir konuşma yaptı ve art arda sarsıcı sorular sordu: “Birbirimizin hikâyelerine, hayatlarına ne zaman bu kadar yabancı olduk? Gezi’nin hikâyelerine sahip çıkanlar, Sur’un, Cizre’nin, Amed’in, Kürdistan coğrafyasının hikâyelerine niye bu kadar yabancılar?”

Gezi sonrası, mânâsızca, “Gezi’de Kürtler niye yoktu?” sorusunu sormuştu birileri. Kürtler oradaydı oysa. Dün o soruyu soranların bugün bölgede yaşananlara kayıtsız kalması, hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam etmesi, şaşırtıcı değil. Sarsıcı ama. Ülkenin bir bölgesi ateş altındayken hiçbir şey yapmamak, gelecek adına beslediğimiz umudu da köreltiyor. Yanlış olmasın, yapmamaktan söz ediyorum, yapamamaktan değil. Elimizi kolumuzu bağlayan durumlar illa ki var ama bunlara rağmen iki satır olsun yazmak, oradakilerin yaşadıklarını duyurma yolunda bir adım atmak, çok da zor değil. Murathan Mungan’ın söylediklerine döneyim: “Özgürlüğü hepimiz için istiyoruz. İfade özgürlüğünü hepimiz için istiyoruz. Yaşam ve varoluş hakkını hepimiz için istiyoruz.” Buradaki “hepimiz” sadece tanıdıklarımızdan ve çevremizden ibaret değil. Evleri yıkılanları, yakılanları, ateş altında yaşama tutunmaya çalışanları, öldürülen gencecik askerleri ve sadece Suruç’ta ya da Ankara garı önünde öldürülenleri değil, Sultanahmet’te ve son saldırıda Ankara’da öldürülenleri de kapsıyor. Birinin acısını görmezden geldiğimizde, insanlıktan uzaklaşıyoruz.

“Basın özgürlüğü” dedim, oradan ilerleyeyim: İMC-TV’nin susturulması sırasında yaygara kopartırken Zaman’a yapılanlara susuyorsak, bir gün birileri ucu bize dokunan bir hareket sırasında sustuğunda diyecek hiçbir şeyimiz olmaz. Zaman’ın fikirlerini sevmeyebilirsiniz. Ben de sevmiyorum. Bir dönem iktidarın yanında tutum aldığını unutmamış olabilirsiniz. Ben de unutmadım. Bunları hiçbir zaman unutmayacağım. Ancak sesleri susturulduğunda ya da buna yönelik bir adım atıldığında “oh olsun” demek, beni aşan bir tutum. Dün imc’yi, bugün Zaman’ı yok etmeye çalışanların, yarın elinizde tuttuğunuz gazeteyi yok etmeleri işten değil. 90’ları hatırlayın: Gündem’in engellendiği, Özgür Ülke’nin bombalandığı dönemi… Bugün, daha beterini yaşıyoruz. Yarın daha da ileri gitmemeleri için ses çıkartmak durumundayız. Geçen hafta da yazmıştım: Yazılarımda “biz” ve “onlar” ifadelerini kullanmak durumunda kalmam bile, iktidarın nefret söyleminin tuttuğunu gösteriyor. Unutmayalım: Nefretle besleniyorlar, savaşarak büyüyorlar. Her şey bir yana, en başta buna prim vermememiz gerek.

Müziksiz yazılar yazmaya alıştım artık. Harry Potter’daki ruh emiciler, Momo’daki duman adamlar gibiler: İnsanın içindeki sevinci alıp götürüyorlar. Teslim olmamak için sığınacağımız liman, yine müzik. Bir zamandır sahnelerden uzak kalan Bandista, yakın zamanda yeniden konserlerine başladı. Dündar – Gül ikilisinin tutuklandığı hafta onları anmış, “Özgürlüğe Manuş” adlı şarkılarından bahis açmıştım. Bugün bambaşka bir şarkıyla, onları tanıdığımız “Haydi Barikata” ile anacağım bu şahane ekibi… İspanyolca marş “A Las Barricadas”ın Bandista tarafından Türkçeleştirilmiş hali bu. Değişik dillerde yapılmış pek çok yorum arasında belki de en iyisi. Nakaratını hatırlayalım: “Haydi barikata / Ekmek, adalet ve özgürlük için…”

Barikat, yakın zamana kadar “abiler”imizin anılarında duyduğumuz bir kelimeyken 31 Mayıs 2013 itibariyle fiilen hayatımıza girdi ve bütün anlamlarıyla onu tespit ve tetkik etme şansı hasıl oldu. Direnişin en önemli simgesi, barikat. Daha da ileriye gitmemeleri için durmamız/kurmamız gereken yer.

Ne demişti Murathan Mungan: “Bizim birbirimize her zamankinden çok daha fazla ihtiyacımız var. Hikâyelerimize dokunursak belki gerçeklerimize de daha iyi vakıf olabiliriz.” Etrafımıza bakalım ve bir kısım gerçekleri artık gün ışığına çıkartalım. Kafamızı devekuşu gibi kuma gömmemiz ya da dışımızdaki gelişmelere kör/sağır olmamız faydasız. Onları görüp sahiplendiğimiz anda yepyeni bir dünyanın kapıları açılacak.

Özeti şu: Çok olursak kazanacağız. Çoğalalım. Özlediğimiz barış ve özgürlük için.