Çıldırmışçasına bir tüketim hali. Vandalizm. Kapital illüzyonlardan, plastikten oluşan bir sahte gerçeklik. Kimlik ve değer duygumuzu içten sağlamak yerine tamamen bu metalara teslim olmuşluk hali

Özgürlük

GÜRGEN ÖZ

Geçen hafta, biliyorsunuz, İstanbul muhteşem bir sıcak hava dalgasının altında adeta can çekişti. Sokaktaki herkes bitkin bir şekilde birbirine bakıyor, zorlana zorlana nefes almaya çalışıyordu. Açıkçası şaşkındık. İstanbul hiçbir yaz kolay değildir fakat bu sefer alıştığımızın da üstündeydi. Haliyle biz de evden çıkmamaya özen gösterdik. Klimanın altında uzun uzun oturup bu şiddetli havanın geçip gitmesini bekledik. Amma velakin, insan bu, rahat durmuyor işte, üçüncü gün dayanamadık, kız arkadaşımla Maçka Parkı’na yürüyüşe gittik. Akşam altıdan sonra hava biraz daha rahatlıyordu, ona güvendik. Yürüdük, hatta biraz da koşu yaptık. Sonuç; egzersiz bittiğinde hararet yapmış araç motoru gibiydim. Resmen üzerimden dumanlar çıkıyordu. Acil suya ihtiyacım vardı. Maçka Parkı’nın üstünde kalan büyük markete gittik. Sularımızı alıp kana kana içtik. Marketin önündeki merdivenlerde oturmuş biraz soluklanıyorduk ki, karşımızda iki çocuk belirdi. Büyük ihtimalle Suriyelilerdi. Hoş, nereli oldukları önemli değil, sonuçta çocuklardı işte.

“Abi bize bir lira verir misin, su alacağız,” dediler. Abla kardeştiler. Abla on iki , on üç, kardeş de dokuz, on yaşlarında gibiydi. O sıcakta susuzluğun ne olduğunu az önce deneyimlemiş biri olarak “Tabii veririm,” dedim. “Başka ne istersiniz, karnınız aç mı?” diye sordum. “Hayır” dediler. Çok ısrar ettim fakat katiyen başka bir şey kabul ettiremedim. Sonuçta ikisine de, fazlaca yetecek kadar su parası verdim. Güle oynaya markete daldılar.

Düşündüm… Ne kadar özgürdüler, - o an - için. Çektikleri tüm acılara, sokakta bu durumda olmanın zorluklarına rağmen özgürdüler. Kirlenmemişlerdi. Zihinleri hâlâ temizdi. Daha fazlasını istemiyor, benden bir şeyler koparabilmek için binbir numara çevirmiyorlardı. Dürüstlerdi. Neye ihtiyaçları varsa onu söylemişlerdi. Bu yüzden daha sakin, daha neşeliydiler. Dürüstlükleri onları o an için özgür ve mutlu kılıyordu. Henüz bu memleketteki o berbat hastalığa yakalanmamışlardı: Açlık ve doymazlığa. Almak, almak ve daha çok almak, tüketmek hastalığına. Ne kadar çok alabildiğini etrafa gösterme ve sürekli bir şeyleri bu şekilde ispat etme hastalığına. Güçlü hissedebilmek, değerli hissedebilmek için metaların adeta kölesi olma hastalığına.

Şu ünlü Amerikan kahvecisi var bilirsiniz; meşhur marka… İnanmayacaksınız ama sokağımda, üst sokağımda, üst sokağımın da iki üst sokağında ve bir de alt sokağımın paralelinde, toplam dört tane var bu kahveciden. Abartıyor muyum? Hayır. Böyle yazınca anormal, hatta absürt geliyor kulağa biliyorum ama Türkiye’nin normali bu artık. Çıldırmışçasına bir tüketim hali. Vandalizm. Kapital illüzyonlardan, plastikten oluşan bir sahte gerçeklik. Kimlik ve değer duygumuzu içten sağlamak yerine tamamen bu metalara teslim olmuşluk hali. Ama inanın Kapitalizmin ağa babası Batı ülkelerinde göremezsiniz bu gülünç portreyi. Mümkün değil. Kahveci varsa, yüzde doksanı butiktir, özgündür ve insanlar bunları tercih ederler daha ziyade. Peki burada niye böyle ? Herkesin kendini unuttuğu bir buhran durumu bu. Bu metalar üzerinden kendimizi tanımlama hastalığı. Alışveriş merkezleri… Her yerde ve her yerde…. Şöyle bir Şişli’den Levent’e doğru gidin lütfen ve bana kaç tane alışveriş merkezi gördüğünüzü söyleyin. Ondan fazla yirmiden az ve hepsi dolu, tıka basa dolu. İnsanlar alıyor, alıyor ve sadece alıyor. Bu yüzden yüz yıllık tarihi binalar, eski tatlı sinemalar, tiyatrolar, kırk yıllık kitapçılar, yeşil alanlar hunharca yok ediliyor ve hop, yeni bir alışveriş merkezi daha… Aklım almıyor artık. Kimse özgür değil. Çoktan manipüle edilmiş. O doymazlık hali bitmiyor. Bir şehrin tarihi, kimliği, karakteri yok olurken, içindeki insanların da karakteri erozyona uğruyor. İhtiyaç olmasa da herkes alma, tüketme peşinde. Herkes diğeriyle büyük bir yarış içinde. Rekabet ve hırs… Bodrum’un, Çeşme’nin gururla, gerinerek yüz liraya lahmacun satan mekânları…Bunları yemek için, bu parayı verebildiğini göstermek için sıraya giren insanlar… Absürt ötesi. Suni, yüzeysel bir dünya. Sosyal medyada gittikleri ‘beach’lerden, yine gururla paylaşım yapan insanlar… Otopark elli, plaja giriş elli, şezlong elli, en hafifinden kola içersen yirmi, o da ilk kolayı bitirince yenisini sipariş edeceksin, yoksa garsonun tacizleri devam eder. Bangır bangır müzik, doğallıktan uzak, denize makyajla gelmiş sürreal kadınlar, araba markasını göstermek için anahtarlarını nerdeyse boynuna asacak erkekler…Onlar gibi olmak isteyen gençler…Para, para, para… Harca, harca, harca… İspat et; ezik olmadığını, alabildiğini, fakir olmadığını, tüketebildiğini ve aslında köle olduğunu ispat et.

ozgurluk-317206-1.

Turizm kötü gidiyormuş , bir kısım turizimci ağlıyormuş… Belli bir yüzdeyi tenzih ediyorum, çünkü inanın onlar işlerini sonuna kadar iyi ve kaliteli yapmaya çalışıyorlar ama büyük oranda o ağlayan turizmcilere en ufak bir sempatim yok. Üzülemiyorum. Para, para, para; gerekirse kazıkla, doyma, yağmala, daha çok para, daha çok marka, daha çok akıllı telefon, daha üst model araba, daha çok taksit. Al, hep al. İspat et, sen özgür değilsin… İspat et! Güç illüzyonu için vazgeçmişsin benliğinden… Ne zaman böyle olduk bilmiyorum. Fakat şunu biliyorum ki, böyle olduğumuz için bu noktadayız ülke olarak. Bu nokta ne mi?

Dilerseniz Erich Fromm’un ’ Özgürlük Korkusu’ adlı kitabından kısa bir alıntı yaparak açıklayalım durumu. Meseleyi en iyi özetleyen bu olacak galiba.

“..…Mazoşist kişilerin psikalanitik ve başka empirik gözlemleri, bu kişilerin yalnızlık ve önemsizlik dehşetiyle ezilmiş olduğu konusunda yeterince kanıt ortaya koyar. Bu kişiler için en acil ihtiyaç, bir an önce, ne yazık ki doğuştan sahip olduğu o özgürlük armağanını verecek birini bulmaktır. Korkan birey benliğini bağlayabileceği - birini- ya da -bir şeyi- arar. Kendi bireysel benliğine artık dayanamamaktadır. Panik içinde ondan kurtulmaya, ve benlik denen yükten arınarak yeniden güvenlik bulmaya çalışır.

Bireyin çok güçlü olduğunu hissettiği bir -kişi - yada – güce - boyun eğmeye çalıştığı mazoşist çabalarda bu amaç çok açık seçiktir.”

Mazoşizm, çakallık, kalitesizlik, seksizm, yüceltilen cehalet, feodalizm… Ne ararsan var. Güce ulaşma isteği…Benliksizlik… İşte bu psikolojide almak, tüketmek, hatta çalmak, yani para; o kişi için güçtür ve bu analize göre, bir insana körü körüne bağlanmak da, bağlanan kişi için bir nevi güçtür…

Özgürlüğünü kaybetmek böyle bir şey işte…Önce içinde, sonra dışında.

PS. Çok da karamsar bitmesin bu yazı…Kısa bir anektodla bitirelim… Yine geçen hafta, duyan duymuştur ama bir de burdan yazalım, kalp nakline ihtiyacı olan Kartal bebek için, valilik onaylı bir kampanya başlatıldı… Masraflar 1 milyon eurodan fazlaydı…Bu paranın toplanması imkânsız gözüküyordu…Fakat tam 19 saat içinde gerekli para toplandı. Yani 4,5 milyon tl…Dünyada eşi benzeri az görülür bu durumların… Bunu gerçekleştiren, bankaya koşup, ufak yada büyük, elinde ne varsa onu yatıran da, işte bu ülkenin güzel insanı…Yani; Sırf bir bebek yaşasın diye gerçekleşen bu muhteşem olay, yine bu ülkede yaşandı…Demek ki her şey hâlâ o kadar da kötü değil ve özgürlük de var bir yerlerde…