Paris’te bir sonbahar günüydü. Cenaze töreninde, binler, ömrünü sözcüklere adamış bir yazarın ardından gür sesle haykırıyordu: “Germinal!” Germinal, tohum anlamına da geliyor, farklı coğrafyalarda bambaşka direniş öykülerine başlangıç yapma düşüncesini kapsıyordu.

Zola, ardında maden işçilerinin özgürlük savaşımını, sermayeyle çatışmasını anlatan bir başyapıt bırakmıştı. Roman kişisi Etienne, yeni geldiği bölgede bir kadının ölmesi üzerine maden ocağına inmiş, öfkesiyle ve eşitsizliklere karşı sesini yükseltmesiyle tanınmıştı. Kısa zamanda yardım sandığı kurmuş, bir grevin hazırlık sürecine girmişti: “Tanrı biliyor ya, kimseden bir alıp veremediğim yok! Ama bunca haksızlığa dayanamıyorum!” diyordu. İşler bir noktadan sonra çatallaşacak, grev bastırılacak, Etienne de valizini toplamak zorunda kalacaktı. Ama arkasında umudu bırakacaktı. Birgün yeniden sesin yükseleceğine dair bir tohum…

Aslında bize sözcüklerin sunduğu özgürlük düşüncesinin ardında bir hayal vardır. Sanatçı âdeta bu bitmeyen savaşımın sarmalında, zihinsel üretiminin içinde çırpınmaya başlamıştır.

Hele şimdiki gibi her şey çikolata ve şeker paketlerinden çıkan albenili bir reklam yüzüyse “özgürlük” ya da “ifade özgürlüğü” kavramı da bir ambalaja dönüşüverir. Çünkü günümüzde, Galeano’dan ödünç alarak söylersem, “Evlilik sözleşmesi aşktan, cenaze ölümden, elbise bedenden, ayin tanrıdan daha önemli,”dir.

EVRENSEL YALAN SİSTEMİ

Böylesine çılgın bir dönemin ortasında alçaklığın resminin yapılmasını meşru kılan bir yönelim vardır. Çok çalan ödüllendirilir, özgürlük, paranın diliyle ancak mümkün olur, söz sahteciliğin ta kendisine dönüşür. Mesela “sansür yok” demek aslında sansürü onaylama aracıdır. Bir yazarın ifade özgürlüğüne, bir bankerin spekülasyon değerleri üzerinden bakma kolaycılığına rahatlıkla düşülebilir. Çünkü evrensel bir yalan sistemi kurulmuştur.

Kimi zaman bazı yazarlar da bu tuzağa düşerler. Sonra da “günün gerçeği” diyerek çıkmaya çalışırlar işin içinden. Her şeyi, güne, tarihe, çağa bağladık mı oh ne rahat deyip uzanıverirler kuş tüyü yatağa.

Shakespeare’nin “Antonius ve Kleopatra” adlı eserinde, Antonius’un trajik hatası Kleopatra’ya tutulması değil, onun uğruna ülkesini parçalamaktan çekinmemesidir.

SON TOKATI GENELDE TARİH BABA ATAR

Hitler iktidardayken onu savunanlar da “günün gerçeği” diyorlar, yüzyıla adını kazıyan faşist lider ortadan kaybolduktan sonra da gaz odalarına gönderilen binlerce insanı duymadıklarından dem vuruyorlardı. Son tokatı genellikle tarih baba atar. O şamar da, “Dersini almış ediyor ezber” türküsüyle açıklanamaz. “Keklendik” demek bir sonraki adım için çözüm sunmaz.

16’ncı yy Avrupa’sında insanlık kavramını soylu kişilerin tekelinde tutmak isteyenler, satın alamadıkları sanatçı ve düşün adamlarını yadsıyıveriyordu. Sanatçı ve toplum arasındaki doğal ilişkiyi koparmak için her düzenin aradığı bir yöntem var. Bu kimi zaman seçilmiş “düşün adamları”yla da olabilir. Aparat olarak kullanılmak zeka yoksunluğuyla açıklanamaz.

Her defasında, bu tuzağa bakalım kimler düşecek diye çetele tutmak insan ömrünü yer bitirir. Bıktırır, yaşamdan bezdirir.

Anlayacağınız özgürlük düşüncesinin bir jelatinin içine konduğu ortamda tek güvencemiz yine Zola’nın bize bıraktığı mirastır.

Bir tohumdur. Yeniden toprağa tutunup filiz bulmayı bekleyeceğimiz…