Yahu Tunus’ta başlayıp tüm bölgeye yayılmakta olan hadise nedir? Bu bir isyan mıdır, devrim midir?

Yahu Tunus’ta başlayıp tüm bölgeye yayılmakta olan hadise nedir? Bu bir isyan mıdır, devrim midir? Böyle söylenip dururken Nuray altını çizdiği sayfaları da kulağından bükmüş olduğu iki kitap koydu önüme: Erich Fromm’un “İtaatsizlik Üzerine” ve “Özgürlük Korkusu”...

Erich Fromm “İtaatsizlik Üzerine” kitabında şöyle diyor: “İnsan yalnızca itaat ediyor ya da başkaldırmıyorsa köledir, ama yalnızca başkaldırıyor ve itaat etmiyorsa da isyankârdır (devrimci değildir). İsyan eden kişi de bir ilke ya da inanç adına değil, öfkesi, incinmiş gururu ve düş kırıklığı nedeniyle davranır.” (s. 10)

Eh, söz konusu coğrafyada Müslim’ler yaşıyor, yani “teslim olmuş” olanlar... Ama Tunus’ta 1956’dan beri hüküm süren diktatörlük laiklik esasına göre kurulmuştu; ne zaman ki neo-liberalizmin yani vahşi kapitalizmin keskin bıçağı kemiğe dayandı, bu memleketin halkı da dinsel ya da ulusal olmayan nedenlerle, yani sınıfsal nedenlerle isyan ediverdiler. Oysa yıllardır aynı İslam coğrafyasında Filistinlilerin (artık Hamas güdümünde) İslami bir renge bürünmüş isyanları ile Kürtlerin ulusal renkli isyanlarından başka bir gelişmeye tanık olunmuyordu. Sınıfsal zemine oturan itirazlar, kabul edelim ki, münferit vakalar... Ama hep böyle değildi ki... Mesela 40 yıl öncesinde bile Türkiye’nin sömürücüleri 1970 yılında 15-16 Haziran işçi direnişiyle titremişler ve ancak 12 Mart sayesinde sarsılıp kendilerine gelebilmişlerdi. Yani bu süreç devletin laiklik otoriterliği yanında toplumdaki dinsel otoriterliğin de kapısını sonuna dek açmıştı... Ne kadar din o kadar otorite ve o kadar da teslimiyet!

Yine de muhalefetin sınıfsızlaştırılarak manevileştirilmesi henüz sadece tampon mekanizma boyutundaydı... Erich Fromm kavramıyla söylersem, bu boyut da “otoriter vicdan” sayesinde canlandırılmıştı. Yani? Bu otorite, kitlelerin hoşnut etmeye gönüllü olduğu, hoşnut edememekten korktuğu bir olgu olarak tanımlanıyordu: İslamiyet! Din, böylece zaten muhafazakâr olan toplumun adeta bir süper-ego’su, bir üst-benliği (isterseniz üst kimliği deyin) olarak kurgulanmıştı. Toplum “çocuklaştırılmıştı”. Tıpkı bir çocuğun korku nedeniyle babasının yasaklarına boyun eğmesi ve emirlerine itaat etmesi gibi...

Zaten kitlelerin karşısında bir “devlet baba” vardı. İşte şimdi din, kapitalist devletin de yardımına gelmişti. Devletin laikliği ile toplumun dindarlığı, açlığa ve sömürüye karşı itirazların bastırılması söz konusu olduğunda, aynı madalyonun iki yüzüydü: Hem devletten korkacaktın, hem Allahtan...

Ama iktidar sahipleri, vahşi kapitalizm söz konusu olduğunda, ister laik ister dindar olsun Allah’tan korkmaz kuldan utanmazdırlar! Çünkü hepsi neo-liberalizm mezhebine mensupturlar... Bu mezhebin ayeti de belli: Kitleleri sömürüye ve eşitsizliğe razı etmek... İdeolojik rızanın yetmediği yerde, ideolojik şiddet, demagoji ve düpedüz şiddet... Islıklanmaya bile tahammül edemeyen bir ceberutluk devreye girebilirdi.

Mesela? AKP programına, hedefinin “piyasa toplumu kurmak” olduğunu yazmış olan bir parti... Öyle ki SGK Başkanı Emin Zararsız, şeker hastalarına şeker ölçüm çubuğu parasının ödenmediği şikâyetleri karşısında, böyle bir uygulamanın “sosyalist devlet”te olabileceğini söyleyebilmişti, Allah korkusu duymayıp sosyalizm korkusu duyarak. (Aslında sosyalizmin ne güzel bir şey olduğunu itiraf ettiğini dahi fark etmemişti.) Ahmet İnsel bile geçenlerde AKP’ye isyan etmiş, böyle hedefi olan bir partinin tamamlayıcısının “polis devleti” olduğunu, “piyasa toplumunda kurulu düzenin savunusunun da artan bir polis gücü”yle mümkün olduğunu yazmıştı. Nitekim 2011 bütçe kanununda Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bütçesi yüzde 23 artışla, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesinden daha hızlı artış gösteriyordu. “Otoriter vicdan”, asker yerine polis ile sürdürülebilirdi. Bir de imam hatipliden polisler olunca işlem tamam olurdu... Zaten imamlar Kürt çözümü dâhil her konuda kanaat önderi kılınacak, aile doktoru yanı sıra aile imamları da sahneye çıkacaktı...

Demek ki, otorite öncelikle hem polisler hem imamlar eliyle yeniden kurumsallaştırılmalıydı! Öyle ki, Erich Fromm’un da işaret ettiği üzere, itaatkârlıkları sayesinde insanlar kendilerini taptıkları gücün bir parçası olarak görebilsinler. Kendileri adına verilen kararlar sayesinde günah işlemediklerine, hata yapmadıklarına inandırılsınlar. Ve en önemlisi kapitalist cemiyetin yalnız bireyi, cemaat bünyesinde kendisini çoğalmış hissedebilsin, daha önemlisi, onun sağladığı menfaatlerden faydalandığına da iman etsin!

İman etmediği zaman? Kadere ve hatta tanrıya kafa tutmuş duruma düşürülecektir... Çünkü bilecektir ki, kadere kafa tuttuğu zaman, “var olmuş olan, sonsuza dek var olacaktır” akidesine karşı çıkmış olacaktır. Oysa “daha önce var olmamış bir şey için çalışmak suç ya da deliliktir. Yaratma mucizesi –yaratma her zaman mucizedir- onun duygusal deneyiminin dışındadır.” (Erich Fromm, Özgürlük Korkusu, s. 103)

Evet, anladınız, “yaratma mucizesi”, burada, elbette “devrim”dir! Devrim ise her türlü otorite tezgâhını bozabilen yegâne imkân...

Şimdi... Böyle bir tezgâh kendi başına yürümez. Uhrevi tanrının yanı sıra dünyevi tanrının yardımı da gereklidir... Otorite, daha küresel bir mekanizmanın çarklısı, dişlisi olabildiği zaman güvence altına alınabilir... Mesela, bir yandan dinden imandan söz edeceksin, diğer yandan Wikileaks belgelerinde açığa çıktığı üzere, CIA’nin Guantanamo işkence uçaklarına 4 yıl boyunca izin vereceksin. Bir yandan Irak savaşında İncirlik üssünü zinhar kullandırmadım diyeceksin, diğer yandan ABD’nin İncirlik üssünden 2 bin 600 uçuşuna göz yumacaksın... Çünkü sen de AKP iktidarı olarak daha küresel bir otoriteye boyun eğmek durumundasın!

Öyleyse hem korkacaksın hem korkutacaksın... Kaderle, tanrıyla ve küresel güçlerle korkutacaksın... İyi de... Korkutacaksın ama nereye kadar? Tunus halkı gösterdi ki, gün geliyor, bıçak kemiğe dayanınca Müslüman kitlelerin gözü de açılabiliyor.

İşte buradaki anahtar kavram hem vicdan hem bilinç anlamına gelen “la conscience”dir...  Çünkü devlette ve dinde cisimleştirilen “otoriter vicdan” yanı sıra, bir de “insani vicdan” var... Otoriter vicdan, bilinçsizleştiriyor; insani vicdan sayesinde ise sınıfsal bilinçlenmenin kapısı aralanabiliyor. Otoriter vicdan esir alıyor, insani vicdan özgürleşmeye imkân tanıyor.

Artık insanlar bir noktadan sonra razı olmuyorlar, ideolojinin ya da dinin rıza üretme mekanizmaları da yetersiz kalabiliyor. Korkunun ecele faydası olmadığı görülebiliyor. İtaatsizlik için gerekli olan şeyler, yani onların günah dediklerini yapabilme, zulmün yasalarına boyun eğmeme cesareti devreye girebiliyor. Ama cesaret de yeterli değil. Bir güce direnip ona hayır diyebilme cesaretinin, yani insani vicdanın, sınıfsal bilinç ile taçlanması, özgürleşmesi de gerekiyor. Erich Fromm böyle diyor.

İşte bu yüzden de kesinlikle devrimcisiz isyanlar devrim niteliği kazanamıyor. Devrimcisiz devrimlerin olduğu yerlerde, mesela Yasemin Devrimleri’nin, her an için hacıyağı kokusu bulaşmış “Yasemin Çongar Devrimlerine” dönüşebilme korkusu boşuna yaşanmıyor.

Ya da en iyisi şöyle söyleyeyim: Muhammed peygamber kabak sebzesini çok sevdiğinden Müslümanlar kabak için “cennet taamı” derlermiş ya, İslam coğrafyasındaki gelişmeler, otuz yıl öncesi İran örneğinde görülüğü üzere, kabağın yine başımıza patlayabileceği “kabak devrimleri” de olabilir...

Böyle olmaması için şunu unutmamak gerekir: Sınıfsal renkli isyanların öncelikle seküler toplumlarda baş göstermesi elbette tesadüf değil, ama dinsel tampon mekanizmalarının ilelebet engel teşkil etmesi de zorunlu değil. Yeter ki özgürlük korkusuyla baş edilebilsin...