Özgürlük rüzgârı esiyor şarkıların üzerinde: Taci Uslu

BURAK ABATAY

Bu Aşk Burada Biter, Leylim Leylim, Piraye, Ne Fayda gibi unutulmaz şarkıların bestecisi Taci Uslu, ‘Adını Gelincik Koydum’ albümünde yer alan ‘Özgürlük Rüzgârı’ isimli şarkısında diyor, “Özgürlük rüzgârıyım, eseceğim üstünde vatanımın.” Toplumcu gerçekçi ya da imgesel olsun, şiirin şarkıyla buluştuğu yerde rüzgâr hep başka esmiştir. Taci Uslu şiirin de, şarkının da ılık esen ferah bir yeli olmuş her melodisiyle.

Saçlarımız da, saçlarımıza takılan kızıl güller de öyle memnun onun şarkılarından. Yaşadığı rahatsızlıklar sonrasında dostları Uslu için onun bestelerinin yer aldığı bir albüm kaydettiler.Ezginin Günlüğü’nü, Emin İgüs’ü, Hüsnü Arkan’ı, İlkay Akkaya’yı ve pek çok ismi bir arada topladı şarkılarıyla Taci Uslu. Biz de oturduk ve müzikal hikâyesini konuştuk.

►Taci abi en başa dönelim mi? Müziğe başlaman, müzikle tanışman, çocukluk yılların.. Nasıl oldu her şey? Nasıl giriştin? Nasıl tanıştın?

Zor bir soru. Sese karşı ilgim hep vardı, seslerle bir şeyler ifade edebileceğimi düşünüyordum herhalde ki.. Oradan çıkış kapısı müzik oldu. Mesela Bergama’da eski mahallemizde benim küçük odunluk/kiler gibi bir yerim vardı. Orada kasalar vardı, alet kasalarının üstüne çiviler çakardım, teller gererdim. Onları iki telli üç telli, ne olduğunu bilmiyorum, adını da bilmiyorum ama ses çıkaracak bir alet yapayım diye uğraşıyordum. Şimdi düşünüyorum onun adı kanun olabilir. Üç telli kanun yapardım. Onları kaydırıp kaydırıp seslerinden bir melodi elde etmekti. Abim kolejde okuyordu, ona melodika almışlardı, öğrenip geliyordu hafta sonları da ben kapıyordum elinden melodikayı. Ondan sonra küçücük mikrofon gibi bir takım oyuncak aletler getirdi. O tabii kullanıp kullanıp bıraktı başka şeylere geçti ama ben onları bayağı bir sahiplendim, seviyordum. Sonra mandolin diye tutturdum. Babam bana mandolin aldı, kursa gittim. Bir yandan yaşımız da büyüyor. Pop müziğe meraklıyız. O sekiz telli mandolin tatmin etmedi. Birer tellerini kopardım, dört telli yaptım onu gitar gibi olsun diye. Çocuk aklı işte.. Akordunu değiştirdim., gitar akorduna benzetmeye çalıştım. Batı müziğini çalalım söyleyelim derken orkestra kuruldu. Arkasından da orkestrada bir mandolin bir de böyle teneke kapakları, bateri zilleri oldu onlar da. Böyle birtakım şeyler. Sonra gitar alındı bir tane. Polonya malı uyduruk, berbat bir gitardı. Bergama’da da kimseciklerde gitar yok, birkaç kişide var. Her gün birinin kapısına gidiyorum, bana bir akor öğretin diye. Bir tane akor öğretiyor, “Bak bu la minör” diyor “Tamam, bir tane daha” diyor; “Yok o da haftaya” cevabını alıyorum. Ben artık bir hafta tek akorla ne şarkılar, yüzlerce şarkı böyle komik komik şeyler .. İkinci hafta biraz daha, üçüncü hafta biraz daha derken. Sonra lisenin orkestrası kuruldu. Liselerarası yarışmaya gidelim dediler. Herkes gitar çalıyor, baterist de bulundu, org lazımmış, org kolay alınmıyor. ‘Baba baba baba..’ ‘Tamam oğlum hadi gidelim.’ Allah rahmet eylesin çok muhteşem bir adamdı.. Tamam dedi, hiç kırmadı beni gittik İzmir’den pervaneli, motorlu, ne derler ona.. Kesilmiş bir akordeon düşün, öyle bir org aldık geldik. O orgla müzik hocam da bana birkaç akor öğretti. Orkestranın orgcusu oldum, birdenbire sınıf atladım. Böylece mandolinler melodikalar öyle kaldı. Hem gitar hem org çalan birisi oldum bu durumda. Lise bitince de hedef tabii ki Ankara Gazi Eğitim oldu. Müziği öğrenmek istiyordum. Müzik öğretmeni olmak için değil, müziği öğrenmek için istedim, oraya girdim. O bir dönüm noktasıdır.

Sonra Ankara’da Gazi Eğitim’i bitirdin...

Bitiremedim Gazi’yi, bitirtmediler daha doğrusu. Çok istiyordum, çok seviyordum, dereceyle girdim oraya. 75-76 yılları, Beştepe’den okula gideceğiz, 5 dakika içinde okula sağ salim ulaşabilirsek ders yapabiliyoruz. Çıkışta da sağ salim çıkabiliyorsak eve gidip ders yapabiliyoruz. Bunun dışında sabahları helalleşiyoruz arkadaşlarla evden çıkarken, öyle bir dönemdi. İyiydim de, hocam da benden çok memnundu. Sonatlar falan çalışmaya başlamıştım daha 1. sınıfın sonunda. Çalışırken o güzelim sonatları, kapılar tekmeleniyordu, alnıma silah dayıyorlardı. “Çırpınırdı Karadeniz’i çal, onu çal, bunu çal” diyorlardı. “Yapmayın ödevim var bitireyim şunu” desem de, “Çalacaksın lan, vururum bak” diyorlardı. O günlerde de kaybolan kaybolana.. Vursalar, kimse beni hayatta bulamaz. Gazi’nin de büyük, kocaman bir antika binası var, altı bodrum, gizli tüneller müneller, orada bir yerde toz olup gidecektim. Oldu olamayacak dedim, bıraktım; İzmir’e geçtim.

İzmir’de devam ettin mi peki üniversiteye?

İzmir’de bir yıl okudum, güzel sanatlara girdim. Orada da şöyle bir aksilik.. 30 kişiyiz. 15-15 1. Ve 2.sınıflar. Yeni açılmış iki yıllık bir bölüm daha, mezun falan vermemiş. Tuvalet kapısında bekler gibi sırayla 10’ar dakika piyano çalıyorduk. Lanet olsun dedim, ev de bulamamıştım her gün İzmir-Bergama yüz kilometre gidip geldim. Orayı da bıraktım. Zaten İzmir’i pek sevemedim. Çünkü aradığım kitabı bulamıyordum, beklediğim film gelmiyordu. Senfoni orkestrası yarım yurumdu, akort yapmayı bilmiyorlardı. Yani Ankara’nın üstüne İzmir hiç çekilmez, kim olsa çekemezdi. Lanet ettim, koştum İstanbul’a geldim.

İstanbul’a geldiğinde halihazırda bir müzik çevren var mıydı?

Yoktu, hiç yoktu. Hiç kimseyi tanımıyordum. Konservatuar’ı kazandım, orada Emin (İgüs) ile tanıştık.

Peki senin solo kariyerin, Grup Yorum’la tanışman nasıl başladı, İstanbul’daki müzik serüvenin nasıldı?

Emin’le arkadaş olmamız da sorunlu yıllardı yani komikti. Şimdi İzmir gibi bir yerden geliyorsun, güllük gülistanlık.. İzmir herkesin okumaya can attığı bir yer, ben İzmir’den kaçıp gelmişim., kimse tanımıyor beni. Müzikolojiden gelmişim. Ulan bu adam niye orayı terk etti de buraya geldi diye herkes kuşkuyla bakıyordu. Kalacak yerim yok, bana bir sabit adres lazım, paso almam, belediyeye bildirmem lazım. Yanımda da Emin oturuyor. Bana adresini verebilir misin, paso alacağım dedim. O da safım benim, herkes kuşkuyla bakıyor, verdi bir güzel ev adresini. Kim bilir içinden ne saydırdı; “Kim bilir başımıza ne belalar açacak bu adam bizim” dedi...

Kaç senesinde oluyor bu?

78’de. Onun evinde böyle 2 sene geçti, sonra zaten 80 malum. Ortalık patladı. Ben bir yandan çok seneler kaybettim Ankara’da İzmir’de. Bir org alalım bari dedim, hiç olmazsa hem çalışır hem okurum diye. Sendikaya gittim “Bana bir iş bulun” dedim. “Orgcu musun?” diye sordular. “Orgcuyum” dedim. “Tamam, bu geceiş var, git başla” dediler. “Olur” dedim, aldık orgumuzu gittim. Bir pavyondu. Pavyonu arıyorum yerin 3 kat altında, batakhane bir yer. “Hoş geldin, hemen kur” dediler. Kimseyi de tanımıyorum. Yaşlı bir amca var o bateri çalacakmış, bir oğlan geldi gitarcıyım ben dedi. Dedim yok mu hiç akorlar, not mota bir şey? “Ne notası ya, saat 11’de dansöz gelecek ona şunları çalacağız. Ben girerim sen beni takip edersin” dediler. Böyle bir kariyer yapmaya başladım. Ama tabi onlar da anlamıyormuş müzikten, topladım grubu bayağı güzel bir ekip oldu. 2 sene pavyonda çalıştım. Sonra küçücük bir evim vardı, ev basıldı. Kitaplar, saz, teybim, kasetlerim.. ben İzmir’de arkadaşımın evinde otururken gecenin bir vakti kapı çalındı, İstanbul’dan alelacele birini göndermişler, işin bitince İstanbul’a dönme, mümkün olduğunca buralarda oyalan, çok sonra gelirsin, diye haber geldi. İyi dedik, bıraktım aylarca uğramadım eve. Sonunda artık olacak gibi değil, ev ne haldedir, beni arıyorlar mı yani böyle arada kaldım. “Baba, gidelim mi?” dedim, “Yanımda ol, hiç olmazsa hangi deliğe tıktıklarını bilirsin. Oradan beni takip edersiniz, benim gitmem lazım.” “Tamam oğlum” dedi, gittik. Baktım ev öyle darmadağın duruyor, duvarlara yazılar yazmışlar, eşya meşya hiçbir şey yok. üst kata çıktım eve bakan kadına. Dedim, “Bana helal et hakkını, ben artık ödeyemeyeceğim çıkıyorum evden. “Evladım zaten girsen de oturamayacaksın, mahvettiler her tarafı” dedi. “Hoşça kal ablacığım” dedim, helalleştik. Ondan sonra bir otel odasına girdim, gittim tekrar pavyona dedim böyle böyle, kabul ediyor musunuz? “Biz doldurduk senin yerini başka arkadaşla ama şöyle bir yer var istersen, daha kaliteli. Biz seni severiz güzel bir yerde çalışmak ister misin” dediler, olur dedim. Gittim iki sene de daha kalite, güzel bir pavyonda çalıştım. Ondan sonra da çıktım, dedim ben askere gideceğim. Benim okul hayatım bu kadarmış, olmuyor. Ankara 2 sene, İzmir 1 sene, İstanbul 3 sene, ardından oteldi pavyondu, yürümeyecek. “Tamam oğlum sen bilirsin” dedi ailem. Askere gittim geldim. Eşimi de aldım geldik İstanbul’a yerleştik. Daha doğrusu Emin telefon etti, gel başlıyoruz fırla dedi. Ben de fırladım geldim. Zaten gelecektim, Emin’den iyi işaret bekliyordum. Dostlar Tiyatrosu’nun üst katında Çatı Restoran’da çalardık. Çok düzeyli bir yerdi. Dinleyicilerimiz Genco Erkal’lar, Aziz Nesin’ler, İlhan Selçuk’lar gibi insanlardı. Çok muhteşem bir yerdi orası. Ben gitar çalıyordum, Emin bağlamasını çalıyordu, türkü söylüyordu. Zaten çok kısa bir program yapıyorduk. Ben en baştan 1 saatlik bir yemek müziği yapıyordum enstrümantal , klavye vardı önümde. 11’de falan canlı müzik kesiliyordu.

Peki 80 sonrasında popüler Batı müziği yapmak, bir yandan şiirler bestelemek, gitarla bağlamayı Türk müziğinde bir araya getirmek.. Nasıldı, neler hissettiriyordu 80’lerde bu işi yapmak? Çünkü sizler bir ekolün başlangıcısınız aynı zamanda.

Kulağa güzel geliyor bir ekolün başlangıcı olmak ama onu bizden önce yapan ustalar vardı. Biz onların peşinden gidiyorduk. Emin’le biz Çatı’da çalışırken bir yandan Ezginin Günlüğü kuruluyor ben onların toplantılarına da gidiyorum. 8-9 kişilerdi, Nadir cura çalıyordu, Çağatay vokal yapıyor, öteki gitar çalıyor falan. Bayağı kalabalık bir ekiplerdi ben de kendime yer bulmaya çalışıyorum. Acaba bir yerden bir gruba girebilir miyim diye.. olmadı. Sonra Ayşegül’ün (Uslu) arkadaşlarından Ayşegül Yordam’la tanıştık.

Grup Yorum nasıl başladı peki?

Arkadaş olmuştuk zaten ekiple. Hem biraz eğlencesine gibi hem bir şeyleri karşılıklı tartışırız, öğreniriz derken kendimi Grup Yorum’un içinde buldum. Sıyrılıp Gelen ve Berivan geldi peş peşe. Onlarda da klavye çaldım. Ben yaz ayları gelince gidiyordum Ege taraflarına, Ayvalık’a Dikili’ye, orada programlar yapıyordum. Keskin şarkılar söylemiyorsun, normal yemeli içmeli bir restoranda akşmaları ne dinlenir? Eski ağır abilerin güzel kalite şarkılarını söylüyordum. İki albümde klavyeleri çalınca birkaç stüdyo deneyemimiz oldu. Artık sıra geldi kendi işime, değil mi? Düşündüm taşındım.. Cem Müzik vardı, Cem Yılmaz, Grup Yorum’u toplayan arkadaşımız bizim. Ona anlattım, dedim böyle böyle bende şarkılar var, nasıl değerlendirelim? Yaparız bir şeyler, kim eşlik edecek? Yorum var, Emin var, Ezginin Günlüğü var derken. Düşündüm benim şarkılar biraz daha Batı formatlı, biraz daha onlara yakın yani içinde davullar, zurnalar, bağlamalar yok. Türkü formunda değil şarkılar Batı müziği. Grup Yorum’da da böyle bir ambiyans yok. Emin de var. Evlerine gittim, 2-3 ayda şarkılarımı paylaştılar, yapıldı. Stüdyoya girdim. Bu arada tabi Grup Yorum’la biraz şey oldu: “Neden bizimle yapmadın bu işi de Ezginin Günlüğü’yle yaptın” gibi. Büyük kavga etmedik, kötü ayrılmadık ama hafif bir soğukluk oldu. “Hadi yolunuz açık olsun, kolay gelsin, hoşça kal arkadaşım, eyvallah” o şekilde bir ayrılık oldu. Oradan ilk albümü yapıp 30 yıl sürecek olan o büyük maceraya başladım.

Serüven böylelikle başladı..

Başladı, İstanbullu olduk. Burada küçük bir ev tuttuk. Ayşegül de ben Emin’le çalışırken mezun olmak üzereydi. Kendine iş buldu Beşiktaş Belediyesi’nde, mesleğini yapmak istiyordu. Ben de kendi mesleğimi yapıyordum, 3 yıl çalıştım Mühendisleri Odası’nda. Orada da çok güzel, değerli insanlarla tanıştım. Ahmet Kaya’lar oraya geliyordu. Biraz daha keskin tipler oraya geliyorlardı. Onlarla sohbetlerimiz oluyordu. Orası bitti, sonra Ortaköy’de başka bir lokale geçtim. Hep tek başımaydım. Grup kurmak istedim ama grubu tutup finanse edip ayakta tutacak gücüm yok. bu insanları doyurmam lazım. Beste çal, beste çal olmuyordu. Yapayalnız gittim. Bu arada bu albümümün çıktığını da yazlıkta çalışırken öğrendim. Cumhuriyet gazetesine verilmiş bir ilanla. Unkapanı’na gittim, buldum Güneş Plakçılık’ı çat kapı gittim. Buyur birader ne istiyorsun dediler. O kadar garip bir duygu ki o. “Ben Taci Uslu’yum” dedim. “Aa o sen misin ya? Gel otur, konuşalım” dediler. Adam yüzümü tanımıyor, almış kayıtları hepsini bastırmış, kaset yapmış, reklamını vermiş, başlamış satmaya. İyi ama daha beni tanımıyor, böyle bir dünya işte.. Ne yapacağız dedim. “Al sana 15-20 tane, dağıtırsın eşe dosta, bundan sonra bütün albümlerini benimle yapacaksın” dedi. İyi, yeter ki çıksın. Ben seviniyorum ama bir yandan da 2 sene bekledi kasalarda master bantlar, oradan oraya satıla satıla biri nihayet sahip çıktı bana da yapıldı. Aradan 2-3 sene geçti, gidiyorum adama diyorum elimde şarkılar var, yapalım. Diyorlar kriz var. İki sene sonra tekrar gidiyorum, 5 sene 10 sene oluyor, yapalım artık diyorum, yine kriz var. Küçük Emrah çıkacak bekle. Küçük Emrah’ı beklerken geçti bir 10 sene, olay böyle yani. Ben bir şeylere de imza attım üstelik. Yeter ki çıksın albümler diye. Öyle karınca duası gibi, ne yazdığını da okuyamıyorsun bile. O şartları kabul etmiş sayılıyorsun. Meğerse adam seni bağlamış her şeyinle, haberin bile yok. Deselerdi ki bana hadi artık, kriz geçti yapıyoruz 2. albümü. 5 yıl sonra deselerdi hadi 3.’yü yapalım, gel. Ben hazırım, bulacağım arkadaşlarımı. Yorum’dan arkadaşlarımla görüşüyorum, çevrede bir sürü tanıdğım müzisyen var. Toplarım arkadaşlarımı, yaparım ederim. En azından 2., 3. albümlerim çıkmış olurdu. Bu bana çok büyük moral olacaktı. Adam diyor ki benden başkasıyla yapamazsın ama benimle de olmuyor, bekleyeceksin. Küçük Emrah’ı bekleye bekleye ömrüm geçti benim. Ta ki Mazlum’la (Çimen) Ortaköy’de karşılaşana kadar. Mazlum benim barlardan, oradan buradan tanıdığım eski bir arkadaşımdır. Mazlum dedim, artık ben yıldım hepsinden. O da Haydar’a telefon açtı, Güvercin Plak’a. Haydar dedi, Taci sendeymiş. Bırak peşini, ben onunla bir şeyler yapacağım. Tamam abi dedi o da. Emin ol bu mesele kapandı. Şimdi ne istiyorsun dedi. Bana dedim stüdyo bul. Ben de arkadaşlarımı bulayım. Yeni yeni yaptığım 4-5 şarkım var. Öyle uzun boylu, çok detaylı bir şey değil, çok da pahalıya çıkmayacak. 4 tane şarkım var yapalım bunları dedim. Ötekileri artık unutmuşum bile. Yani unutmadım da yenilerden bir şey yapayım onlara dedim. Tamam dedi, girmeye başladım stüdyoya Yaşar’ın orada. Gitarları falan kaydetmeye başladım. Bir yandan da Hüsnü’ye (Arkan) gidiyordum. “Hüsnü” dedim, onların evinde bilgisayarı var, “Şunu bir düzenleyelim, bana yardım et.” Hüsnü ile çalışmaya başladık. Nadir’e gittim bir ara. Nadir’le bir-iki tanesini yapayım dedim. Yine dostlarımdan yardım isteyeceğim. Elimde 3-5 tane pilot kayıtlar kaldı, onların üstünde oynayıp büyütecektik olayı. 4 şarkılık yapacaktım. Bu olay başıma geldi. Ondan itibaren olay bitti ve ben artık gerisini zaten izleyemedim. Her şey Ayşegül’ün eseridir. Ben orada ameliyatlar, kemoterapiler, radyoterapiler… 4 yıldır savrula savrula. Ama onu bu yöne iten de şu olmuş ki, hastane odasında o konuşmadan çok etkilenmiş. Bana dediler imza at ameliyat için. Atayım dedim. Dedim bunun bedeli ne olacak? Seni kurtaracağız dediler. İyi dedim. Nasıl bir hayatım olacak? Şarkı söyleyemeyeceksin, konuşamayacaksın ama kurtaracağız seni. Bir yandan hesaplamaya çalışıyorum sanki bunlar benim bekleyenlerim, sevenlerim değilmiş gibi. Ameliyat olmasam 2 yıl yaşar mıyım diye düşünüyorum. Bu 2 yıl içinde hem öbür şarkıları hem eski şarkıları bir an önce yapayım. Hiç olmazsa iki albüm daha çıkarayım. Ondan sonra nasıl olsa generip gideceğim hesabı. “Abi olmaz öyle şey” dedi. “Emin var, Hüsnü var, İlkay’lar var; Yorum’dan arkadaşların var bu kadar arkadaşın var. Seni kurtarıyoruz, ameliyatını oluyorsun. Ben söylerim biri gitarını çalar, öbürü bilmem nesini yapar. Senin bütün şarkılarını yapacağız sen hiç üzülme” dedi. Attım imzayı ve ameliyata girdim. Orada zaten milat başladı. Yeni hayatıma başlamış oldum. Ama geri kalan bütün o kadar insanı, o kadar şairlerin peşinde koşturması, anlatılmaz karmakarışık bir dünya telif dünyası. O ayrı bir derttir yani. Onları da o anlatsın sana. Her şey onun eseridir. Geri kalanı benim için rüya zaten. Ben unuttum, bilmiyorum.

Nasıldı? Kolay kolay geçtin mi?

Ayşegül Uslu: Hiç kolay geçmedi. Zaten 2016’yı2017’ye bağlayan bir yıl benim için travma süreciydi. Hastalık abimi buldu, o ameliyatı geçirdi ama çevresindekilerin yaşadığı da çok farklı bir şeydi. Mesela şey beni çok etkiliyor. Abime ameliyatından önceki gece ses kayıt cihazı götürdüm. Bunu niye götürdüm bilmiyorum. Abi dedim ses kayıt cihazı. Sanki sevgilisinden ayrılacak, sanki ona sesini depolayacak, son gece ona bir şey söyleyecek ve bir daha onunla görüşmeyecek, onu duymayacak. Benim için zordu. Ama o 1 yılın sonunda bu iş böyle olmaz, bu şekilde hayat devam etmez. Bunun pozitif bir şeye dönmesi lazım. Bir de abim o imza için tereddüt ederken ben söylemem mi, Emin söylemez mi, sen yine bestelerini yaparsın abim diye. O odadaki süreç o. Kendimi sanki abimi bir şey için kandırmışım ve bunu yapmıyormuşum gibi geldi. Bir söz gibi geldi, aslında öyle bir söz değildi abime söylediğim şey. Yapmasam olmazdı ama o da yapmasam “Neden yapmadın” demezdi. Sonra benim travmamın geçme zamanının sonunda Hüsnü’ye gittim. Dedim böyle bir şey yapabilir miyiz? Emin ve sen. Emin ve Hüsnü vardı ilk aklımda, belki İlkay. Öbürleri aklıma gelmemişti. Tamam dedi, Serkan’ı (Fidan) çağırdı. “Serkan yapabilir miyiz?” dedi. “Yaparız tabii” dedi, ben bir Ada Müzik ile görüşeyim. İsimler belirlediler, birkaç ay sonra bana döndüler. Harun Tekin, Yasemin Gölsu, Moğollar. Uzun bir süre Moğollar’ın şarkı seçmesini bekledik. Hastalığın sürecini bilmiyorsunuz ve sürekli bir vaktimiz geçiyor paniğiyle sağa sola sarıyorsunuz. Pek çok kere Hüsnü’ye, Serkan’a seçmediler mi şarkıyı hala diye sordum. Büyükler diye onlara öncelik verdik. Hüsnü kendini geriye bıraktı, Emin kendini geriye bıraktı diğerleri istediklerini seçsinler diye. Sonra tamam dediler ‘Adını Gelincik Koydum’ o şarkıyı seçmişler. Sonra herkes bir şekilde düzenlemesini yaptı, kaydetti, demolarını gönderdi. Bu süre içinde Moğollar hiç uygun olamadılar muhtemelen. Sanırım çok konserleri vardı. Sonuç olarak bu bir gönül işi. Kimseye sitem edemezsiniz, kimseye gönül koyamazsınız. Ama keşke olabilselerdi, çok uzun süre bekledik çünkü onları. Bu albümün bu kadar uzun sürmesindeki önemli bir kısım da onları beklememize denk düşüyor. Sonrası da işte bu telif hakları, şairlerden izin alınması. O kısım of yani… neden albüm yapılmadığını anladım. Oturup zorlayıp kendin söz yazsan çok daha iyi. Kimilerinden çok ‘tabii ki, ne demek’ diyerek muvaffakatname aldık. Kimilerinin yayın hakları Cumhuriyet Gazetesi’ne verilmişti. İlk önce Necati Cumalı’ya nasıl ulaşacağımı bilmiyordum. Kardeşlerini araştırdım, bir erkek kardeşini buldum internetten. O geldi Bodrum’dan onunla konuştum. Meğerse onlarda değilmiş. O dedi, Cumhuriyet’te. Cumhuriyet’ten kimi bulacağım? Bir şekilde Cumhuriyet’e ulaştım. Mirasçıları çokmuş bunların. Kimi olur diyor, kimi olmaz diyor, kimi bize ne pay gelecek diyor.

Çıktı ve iyi ki çıktı bu arada..

Ayşegül Uslu: Benim abime kendimce vermiş olduğum bir sözdü, bir hayal. Yapmasam olmazdı, bunu yapmam gerekiyordu, bu albümü çıkartmam gerekiyordu. Aslında çok isterdim abimin bu albümü yaparken en azından benim söylediğim şarkıyı yaparken fikrini söyleyebilmesini. Ama iyi ki de öyle yapmışım, bu 2,5 yıl abimi çok üzebilirdi. Bizim zaten hayatı günlük güneşlik görmeye ihtiyacımız var. Onu korumak adına aslında saklamıştım, iyi ki de öyle yapmışım. Ama en son bekleyemedim. Kendi kaydettiğim şarkıyı Ataol (Uslu) ile birlikte kaydettik. Keşke o anı kayda alabilseydim diye düşünüyorum, bir akşam bizde oturuyoruz, Ataol ile kaydı yaptık bitirdik. İşte babana dinletelim, nasıl dinletelim? Sen ‘Hala bak sana yeni bir müzik dinleteceğim’ diye söze gir dedim. Başladı çalmaya, abim intro’sunda bakıyor öyle bizim oğlan yeni bir şey bulmuş, halasına dinletiyor diye. Sonra bir anda “Şiirler yazdım, kitaplar okudum.” O bakış çok değerli bir bakıştı… İyi ki yapmışız yani. Bugün olsa yine girerim bu çalışmaya.

Besteleyeceğin şiirleri neye göre seçiyordun?

Bilmiyorum, belki anlık bir şey de olabilir. Ben şu konuda bir şarkı besteleyeceğim, ona uygun bir şiir bulayım olmaz. Şiir taramalarım sırasında kendi müziği varmış diye bir ışık çakarsa ayırıyordum kenara. Onun dışında ‘şu şairi çok severim onun şiirlerini besteliyim’ falan filan gibi bir kaygım olmadı. Şiir şiirdir ve zaten kendi içinde müziği de vardır. Benim yaptığım o şiirin içindeki müziği daha duyulur bir hale getirmektir. Aslında bestecilik bir söz bestelemek de değildir. Benim anladığım anlamda ya da gördüğüm eğitim anlamında bestecilik bu yaptığımız da değil. Biz bir ezgi yazıyoruz, onun üstüne akorlar koyuyoruz, bas gitar ekliyoruz, bilmem ne ekliyoruz falan… Zengin hoş bir şey oluyor, beste yaptım diye çıkıyoruz. Bu değil bestecilik. Mozart’ın, Beethoven’ın yaptığına beste denir. Ama bizim yaptıklarımız güzel bir tema bulup, bir ezgi bulup onu doldurup süslemek. O adamlar bi beste yaptıkları zaman, kağıda yazdıkları zaman beste çoktan bitmiş oluyor. Kafalarında o beste çoktan oluşmuş oluyor, geriye sadece yazması kalıyor. O adamlar bir temayı, bir ezgiyi takip ederken o anda ötekiler ne çalacak, öbürleri nerede girecek.. Bunları çoktan düşünmüş oluyorlar. Bestecilik budur. Bizim yaptığımız güzel sevimli şiirlere, şarkı sözlerine hoş, ona uygun temalar, sesler katmak oluyor. Çok sevdiğim şairler vardır, onları bestelemek isterim. Zaten gördüğün gibi birinci albümde de ikincide de hangi şairi sevdiğim, okuduğum belli oluyorum. O kuşaktan geliyorum, o neslin okuyucusuyum. Şiirle olan ilişkim bu, onun dışında özel bir bağım yok yani.

Peki bugünün müzisyenlerinin yeni şiir bestelediğini sık görmüyoruz. Bugün iyi şiir yazılmıyor mu yoksa genç müzisyenler şiire daha mı uzaklar?

Sanırım bu yeni bestecilerin edebiyatla olan bağlarının kopuk olmasından kaynaklanıyor. Tamam ben besteciyim, iyi güzel de aynı zamanda şiir okuruyum ben. Bu ikisinin birlikte yürümesi bana bir zenginlik katıyor. Genç besteciler böyle düşünmüyor herhalde. Nasıl şarkıyı dinliyorsun orada, burada, her yerde; şiir de günlük hayatta böyle bir yerde olmalı. Cebinde küçük bir şiir kitabı bulunmalı insanın.