Dünün flaş haberi; “İstanbul’da öğretim üyelerine operasyon”du. Haklarında gözaltı kararı bulunan 20 kişiden Boğaziçi Üniversitesi’nden matematik profesörü Betül Tanbay ile Bilgi’den hukuk profesörü Prof. Dr. Turgut Tarhanlı’nın isimleri öne çıkmıştı.

İlk haberler, operasyonun Osman Kavala’nın tutuklu bulunduğu soruşturma kapsamında olduğu şeklindeydi.

Kavala 1 yıldır tutuklu ve iddianamesi hala hazırlanmış değil! Yalnızca bu bile, Kavala’nın hukukla açıklanamayacak bir durum içinde olduğunun göstergesi. Yeni gözaltılar iddianame hazırlamakta zorlananlara yardımcı olsun diye midir, bilemiyorum.

Ancak, Tanbay ve Tarhanlı gibi başarıları uluslararası düzeyde tescilli iki bilim insanının sabahın köründe gözaltına alınmaları, üniversitelerimizi ve Türkiye’nin “özgürlük – bilim” ilişkisini dünyanın değişik dillerinde tartışmaya açacaktır.

O üniversiteler ki, hallerinden her söylediği bütün kurumlarca anında emir telakki edilip yapılan Cumhurbaşkanı da şikayetçi. Dokuz Eylül Üniversitesi’nin akademik yıl açılış konuşmasında, Erdoğan o şikayetini çok net ifade etmişti:

“Türkiye’nin nasıl oluyor da dünyanın en büyük 500 üniversitesi arasında esamesi okunmuyor? Eğitimde altyapı ve kapasite bakımından büyük mesafe katetmemize rağmen, içerik ve sistemde büyük sıkıntı var.”

Erdoğan, ilk 500’de esamemizin okunmamasının nedenini; “İdeolojik saplantılar ve kariyer hırslarının esiri kadrolarla üniversitelerin hayırlı çıktılar üretmesi mümkün değildir.”, diye açıklamıştı. İdeolojik saplantıdan kastının bir boyutu da “dindar nesiller” yetiştirmemeleri olsa gerek!

Her yıl, belli kriterlere göre, dünyanın ilk 100, ilk 500 üniversitesi açıklanıyor ve ilk 500’e giren üniversitelerimiz de oluyor. Ancak, onlar da Saray’ın makbulleri arasında değiller ve “ideolojik saplantılar”ın esiri sayılıyorlar.

Geçen gün, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, hem ülkemizden dışarıya beyin göçünü tersine döndürecek, hem de üniversitelerimizin ilk 500’de esamesini okutacak bir tedbir/teşvik açıkladı:

Üst düzey araştırmacılarımızın ülkeye gelmesini sağlamak için, genç araştırmacılara aylık yaşam gideri olarak 20 bin, deneyimli araştırmacılara ise 24 bin TL ödenecek.

Eş ve çocuklar için yapılacak 2500 TL ek ödeme, sağlık sigortası, araştırmalarına başlayabilmeleri genç araştırmacılara 500 bin TL, deneyimlilere 1 milyon TL fon sağlanması, bu araştırmacılara ev sahipliği yapacak kurumlara da sağlanacak ciddi maddi yardımları düşününce “geri dönüş” epey cazip görünüyor!

Araştırmalar için fon sağlanabilmesi kuşkusuz çok önemli, ancak üniversitelerin esamesinin okunabilmesi için para yeterli değil.

Ne yazık ki, Türkiye üniversiteleri hala içinde kalabilmiş akademisyenlerin bir cümle kurarken bin kez düşündüğü, koridorlarında korku ve endişenin gezindiği, genci ve yaşlısı ile çoğu akademisyenin dışarıya gidebilmenin yollarını aradığı kurumlar oldular.

Dünyanın önemli üniversiteleri arasına girebilmenin ve bilimsel gelişimin asıl önkoşulu özgürlüktür. İnsanların bunu yazar söylersem başıma ne gelir endişesi duymadan konuşabilmesidir. Esamesi okunan birkaç üniversitemizin belirgin özelliği de bu açıdan diğerlerinden ileri olmalarıydı.

Başkası söylese itirazı olabileceklere, bilim ve özgürlük ilişkisini Nobel ödüllü biliminsanı Aziz Sancar anımsatsın: “Bilim insanları, üniversiteler her türlü baskıdan uzak, özgür ortam ve destek isterler. … Siyasetin bilimi özgür bırakması, aynı şekilde bilimcilerin dinle uğraşmaması gerekir…”

Bir yandan özgürlükleri kısar, hocaları tutuklarken, KHK ile atarken, öte yandan ne kadar para verirseniz verin esameniz okunmaz!