Sinemamızda hikâyeden kaçışın nedenleri nedir?

Sinemamızda hikâyeden kaçışın nedenleri nedir?

Antalya’da beş yarışma filmi gördüm, aynı ortak özellik devam ediyor: Sinemamızda hikâyeden kaçış sanat yapmanın birinci özelliğiymiş gibi benimsenmiş.

Duruyorum ve düşünüyorum, Türkiye’de filmler neden özellikle son 20 yıllık dönemde hikâyeden kaçıyor? Hikâyemiz olmadığı için mi, yoksa her birinin ipe sapa gelmez bir hikâyesi olduğu için mi?

Bence hikâyeden kaçışın ardında çok derin bir özellik var: GERÇEKLİKTEN KAÇIŞ…

Aynı şekilde bir başka ortak özellik daha karşımıza çıkıyor: İNSANLAR KENDİ TARİHLERİNİ SEVMİYORLAR.

Benzeri bir şekilde, İNSANLAR BAŞKALARININ ACAYİP HİKÂYELERİNİ DİNLEMEYİ VE BUNDAN ÇOK İYİ BİR FİLM ÇIKAR DEMEYİ DE SEVİYORLAR.

Son olarak ise, HİKÂYEYİ YEŞİLÇAMA AİT VE GERÇEK DIŞI-SANATA YAKIŞMAZ BİR TAVIR OLARAK GÖRENLER ÇOĞUNLUKTA.

Bütün bunların net ortak paydası, insanlarımız hayatlarından memnun değiller, manevi açlık ise maddi açlıktan daha baskın, yıkıcı ve tüketici, sonuç olarak sinema piyasası içinde garip şeylerde teselli arayanlarda normalden çok daha fazla bir artış var.

Hikâye anlatmak için insanın hikâyenin peşine düşmesi gerekir: Hikâyeden kaçış aynı zamanda hayattan kaçışın bir göstergesi, bir başka özellik ise insanların hikâyenin yerine, gündelik tüketici ve yıkıcı olayları en kaba haliyle, çiğ olarak art arda sıralaması.

Türkiye’de bir bütün olarak yenilmiş insanların mekânıdır, 1980 darbesinden sonra yaşadıklarımız ve çektiklerimize bakıldığında görülecek şey çok nettir: Devlet millete savaş açtı, milleti pasifize etti, yönetimde söz hakkı olmasını, bunu talep etmesini engelledi, karşımıza yenik bir millet çıkınca ortak düstur: BENİ BOŞVER, SEN NE ALEMDESİN ONU ANLAT diyen ortak bir tavır çıkıyor.

“Hayatımızın en güzel yıllarını ve en güzel düşlerini kaybettik, sade suya tirit yaşıyoruz”, işte size Yeni Türkiye Sineması’nın en genel ortak paydası, bu da zaten yenilgi esastır ve iktidardan nemalandığın kadar nemalan ve onun dışında ne kadar uzakta durursan dur, o kadar iyidir söylemi. Bu söylem apolitik değildir, daha acıdır gerçek, bu söylem politiktir ve özünde siniktir.

Dolayısıyla Türkiye’de hayatımızın en veciz ifadesi, hikâyelerin kapalı kapıların ardında anlatılmasıdır, Türkiye’de gerçek insan hikâyeleri, gerçeklik deforme edilmeden anlatılamıyor.

Şöyle diyelim, Türkiye’de insanların kendilerini ifade etmek için sanatla yüzleşme çabası yenilgiye uğramış, sanata ya da sinemaya hayat kaynaklık etmiyor, bunun yerine başka filmler, başka hikâyeler merkeze oturuyor, yani sanatın beslenme damarı hayat değil, aksine sanal-zahiri olan metinler, filmler geçmiş durumda, hal böyle olunca ilk kaybeden sanat oluyor.

Türkiye büyük oranda hayatın görüntüsünün zahirileştiği ve hayatın merkezden çıkarıldığı, siyasette de kurumsal politikalarda da üniversite eğitiminde de “GERÇEKLİK DEĞİL, ZAHİRİ ŞEYLERİ TARTIŞIYORUZ, ZAHİRİ OLANI MERKEZE KOYUYORUZ.”

TÜRKİYE’DE SANAT ZAHİRİ ALANDA ÜRETİLEN, SANAL OLANA DAYANAN VE TOPLUMU YANSITMA KARAKTERİ AZALMIŞ BİR ÜRETİM ALANIDIR.

TÜRKİYE’DE SİYASET, GERÇEK SORUNLARIN, İKTİSADİ VERİLERİN, BÜYÜME STRATEJİLERİNİN, YAŞAMA STANDARTLARININ, HALKIN MUTLULUĞUNU ARTIRMA ÇABALARININ TARTIŞILDIĞI BİR ALAN DEĞİL,

ZAHİRİ DÜZLEMDE YARATILAN “İDEAL BİZ”İN SAHTEKÂRCA AHLAKİ SÖYLEMİ İLE SAHTE GÜÇ GÖSTERİLERİ ALTINDA ŞEKİLLENMİŞ, ZAHİRİ BİR DÜZLEMDE YAPILMAYA BAŞLANMIŞTIR.

Memleket için hayırlı olsun, sonuçta sanalda tatmin olmak daha heyecan verici de olabilir, özgürlükten ve gerçeklikten kaçış, travmalı insanlarda çok net görülür, gerçeklik algısı bozulunca, öfke patlamaları ve şiddet gösterileri “showman”ler yaratır. En başarılı figürlerimiz, hayatımıza dair esaslı bir şey söylemeyen, en kritik durumlarda somut, gerçek tavırlar almayan insanlar olması da bunun ispatı değil midir?