Özgüven gelişimi için en büyük tehditlerden biri de ataerkil toplum yapısı ve kadın düşmanı cinsiyetçi zihniyettir. Bu toplum kız çocuklarını hep susturarak, yediğine, içtiğine, giydiğine, söylediğine zincir vurarak yetiştirdi. Kadının sesi, sözü ve temsiliyeti olmadı. Evde en metruk köşede oturdu, sofraya konan yemeğin en kötü yerini yedi, ben diye başlayan bir cümle kuramadı.

Özgüven de politiktir

Nesli Zağlı

Aslına bakarsanız güvenin özü, üveyi olmaz. İnsanın kendiyle ilgili güveni aslında ötekilerin verdiği güvenden köken alır. Özgüveni olmadığını söyleyen kişiler aslında kendi kusurlarından değil, insanların onların kusurlarına verdiği tepkilerden mustariptir. Dikkat çekmekten, topluluk önünde konuşmaktan ve hakkını savunmaktan korkan insanlarda yoğun bir eleştirilme ve yargılanma korkusu vardır. Kendi kararlarına güvenmekte, kendilerini oldukları gibi ortaya koymakta ve isteklerini ve arzularını yaşamakta zorluk çekerler. Bu kişilere sorduğunuzda hem “ötekiler” hem de genel olarak dünya ile algıları tekinsizdir. Şüphecidirler, herkesin onları kullanabileceğinden ve kendilerinin de buna karşı koyamayacağından endişe ederler. Güçsüz bir ben, çıkarcı ve suistimal edici insanlar ve tehlikelerle dolu bir dünya!

İşte özgüven sorunu yaşayanlarda tüm hayatlarını yönlendiren uğursuz üçgen. Aşırı durumlarda sosyal kaygı ve hatta sosyal fobiye de dönüşen özgüven eksikliği aslında bir kendine hapsolma durumudur. Kendini hiç önemsemezken nasıl olur da insan bu kadar kendiyle dolu dolu olur ve hatta “ötekinin” farkında olmaz? Bu kendi içine tutulma hali aslında bir savunma mekanizması gibidir; tekinsiz olandan kendini yalıtmak. Peki gerçekten dünya kendine güvenemeyen bu insanların algıladığı kadar sert, haşin ve yaralayıcı mı? Kültürel ve politik bağlamında bakarsak; evet özgüven eksikliğinin en büyük nedeni ve pekiştireci güvenilemeyen insan, çevre ve hayattır. Çocukluktan itibaren herkes gibi olması öğütlenen, ortaya koyduğu en ufak bir farklılıkta eleştirilen ve sosyal, ilişkisel, cinsel veya politik tercihleri nedeniyle kolaylıkla linç edilebilen bir ortamda güven ister istemez üveyleşecektir.

Normal koşullar altında özgüven nasıl gelişir? Bunun için bir çocuğun gelişim çağlarında tutarlı bir şekilde bakımveren, ihtiyaçlarını karşılayan ve onu dış dünyanın tehditlerine karşı koruyan bir annelik görmesi gerekir. Bu olayın tüm kökeni değilse de temelidir. Bir sonraki gelişim aşamasında ise ihtiyaçlar daha soyutlaşır ve bu kez de bakımverenin ve “ötekilerin” kişiyi gören, duyan, anlayan ve aynalayan bir rol üstlenmeleri gerekir. Bu kapalı ve kendine yetmesi beklenen sistem dışına çıkıldığında bu temel güven süreci bir temel oluşturacaktır. Çocuk örneğin anaokulu çağına eriştiğinde aynalayıp onaylandığı haliyle kendini bilen ve aynı ebeveynleri ve ailesi gibi kendini kabul eden biri olacaktır. Sonrası artık temelleri atılıp, kabası bitmiş bir yapıyı geliştirip güzelleştirmektir. Her yeni sosyal etkileşim ailede temeli atılmış sağlıklı bir kendilik duygusunu süsleyip bireyselleştirecek bir olanaktır. Kişi ergenlik döneminin kendine özgü turbülansı içinde kendinden ve dünyanın ve insanların güvenilirliğinden şüpheye düşebilse de erişkinliğe doğru sarsıntı azalacak ve artçılar hissedilmez olacaktır. Ne kadar da ideal bir tablo öyle değil mi? Ama ne yazık ki özgüven meselesi bu doğrusallıkta ve düzende işlemiyor. Aslına bakarsanız yaşadığımız toplumda gerçek bir azınlık gelişimsel öykülerini bu imrenilecek akışta tamamlayabiliyor.

Peri masalı gibi sağlıklı bir kendilik ve özgüven gelişiminden, kaba ve haşin bir gerçekliğe başımızı çevirdiğimizde göreceklerimiz çok farklı. Bu ülkede milyonlarca çok çocuklu aile açlık sınırının altında yaşam mücadelesi veriyor. Ekonominin her geçen gün bir canavar gibi aşa ve işe göz diktiği bir noktada kimlerin karınları doyabiliyor ki ruhları doysun? Bireyler özelinde psikolojik süreçlerin sağlığı ancak varlığını sürdürebileceğine dair güvenle mümkündür ve halkın çoğunluğunu ekonomik ve yaşamsal anlamda ezildiği, yok sayıldığı bir düzende ruh sağlığı hep tehdit altındadır. Bu yönüyle sağlıklı bir kendilik gelişimi de, özgüven de sınıfsaldır. Bu zorluklar içinde yaşayan ailelerde büyüyen çocuklar eşitsizlikler nedeniyle hep zorlanacak ve kendini ortaya koyamayacaktır. Asgari koşulların sağlandığı ailelerde (açlık değil yoksulluk sınırı(!) büyüyen çocuklar ise aile mücadele ederken hasbelkader büyüyecektir. Büyük çocuklar küçüklere bakarken anne ve baba hep dışarıda, stresli ve tükenmiş olacaklardır. Bir çocuğun bireysel farklılıklarının, potansiyellerinin, biricik özelliklerinin anlaşılamadan yaşandığı bu ortam biat kültürünün ilk aşamasıdır. Susturulmuş, fark edilmemiş, önemsenmemiş milyonlar her aileye en az üç çocuk yapmalarını salık veren zihniyet için ideal bir kitledir. Zaten bizim toplumumuz bu iktidardan önce de kendini bilen, okuyan, düşünen ve fikrini söyleyenleri sevmezken son yirmi yıllık gerici ve baskıcı süreç bunu daha da derinlere işledi. Artık benliklerden, kendiliklerden değil çepeçevre kuşatılmış ruhlardan söz ediyoruz. Din ile, sözde bir ahlak ile ve keyfe keder bir “adalet” ile törpülenip, tek bir şekle sokulmuş içi boş kendilikler çağındayız.

Özgüven gelişimi için en büyük tehditlerden biri de ataerkil toplum yapısı ve kadın düşmanı cinsiyetçi zihniyettir. Bu toplum kız çocuklarını hep susturarak, yediğine, içtiğine, giydiğine, söylediğine zincir vurarak yetiştirdi. Kadının sesi, sözü ve temsiliyeti olmadı. Evde en metruk köşede oturdu, sofraya konan yemeğin en kötü yerini yedi, ben diye başlayan bir cümle kuramadı. Dahası var. Bu ülkede kız çocukları ve kadınlar maruz kaldıkları fiziksel ve cinsel şiddetten de sorumlu tutuldular. Kadınlara yönelik bu felaket senaryolarının elbette istisnası var. Ancak hem sosyal hem politik anlamda ülke tarihindeki tüm iktidarların ve özellikle son yirmi yıla yayılanın kadın kimliğiyle bir derdi olduğu aşikar. Şimdi bu gerçeklik zemininde bir kadının benliğinden, güveninden ve dahası öz-güveninden söz etmek ne kadar olası? Bu yüzden kadınlar sosyal anlamda ne kadar güvensiz ve korkulu olduklarını fark edemeyecek kadar sindirilmiş hayatlar yaşıyorlar. İlginç bir şekilde özgüven sorunuyla psikoterapiye başvuran danışanlarda kadın ve erkek oranları çok farklı değil. Ben aslında kadınların yaşadığı özgüven problemlerinin, sosyal kaygı ve fobinin çok daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Ama gelin görün ki sessiz bir kendilik duygusu kadınlar için kanıksanmış bir durum ve bence bu yüzden sayıca eşitmiş gibi duruyor.

İster sosyoekonomik, ister cinsiyet temelli olsun, bazı bireyler için yaşam döngüsü sağlıklı ve güvenli bir kendilik için dezavantaj oluşturuyor. Kişisel gelişim endüstrisi özgüveni olumlu yönlerini yazıp, tekrar edip olumlayınca sağlamlaştırılabilecek bir şey gibi sunuyor. İşin aslı öyle değil. Özgüvenin kökleri yaşam öyküsünün dinamiklerinde, ebeveyn pratiklerinde, yaşam koşullarında, çevresel ve sosyal dinamiklerde gizlidir. Bunları değiştirme şansı pek olmadığına göre özgüvensiz bir hayata mahkûm muyuz diyeceksiniz. Aslında değilsiniz. Ben dediğimiz şeyin oluşumunda tüm bu etkileri tanımlamak ve anlamak önemli. Örneğin neden yıllar boyu kendinizden 1-2 yaş büyük ağabeyinize servis etmek zorunda bırakıldığınızı sorgulamalısınız. Ya da bir erkek çocuk olarak hep eleştiren, rekabete olanak vermeyen ve ezen bir baba figürünün etkisini düşünmek zorundasınız. Biz bir kendilik geliştirirken bize yön veren dinamiklerin farkındalığı önemlidir. Özgüven- kendine güven- yaşamın canlılığı ve üretkenliği için öyle elzem ki. Kendine, ötekine, ülkeye, dünyaya güvenememe hali ise bir o kadar sancılı. Bu nedenle kendiliklerimiz üzerindeki tüm politik etkileri konuşmalı ve tartışmalıyız. Aksi halde kırılgan benliklerimizle bu dünyaya hep üvey kalacağız.