Döviz kurunun bir anda yarı yarıya düştüğü bir gecenin ardından… Böylesine her anlamda risklerle dolu bir ülke hayal etmek imkânsız. Toplumun kaygı seviyesi muhtemelen en yüksek noktada. Kişisel deneyimlerimiz, hayal gücümüzü ve korkularımızı şekillendirir, ama bu ülkede korkularımız kişisel deneyimlerimizi kat be kat aşmış durumda. Risk hassasiyeti bu denli yüksek tutulduğunda, bir gaz gibi görünmez biçimde yayılma özelliği olan kaygı, ekonomik ve siyasi meselelerden çıkıp kişiler arası ilişkilerden hastalıklara, yaşamın hemen hemen her alanına yayılma özelliği gösterir. Korku kültürü bir toplumda hâkim bir özellik olduğunda, en katı güvenlikçi yaklaşımlara yönelir insanlar.

KORKUNUN ZİHNİ

Biliyoruz ki, korku zihinlere hâkim olunca zorluklar ve sorunlar abartılır, alternatif çözüm yolları görülmez hale gelir, kim güçlüyse ve güven veriyorsa onun peşinden gidilir. Korku zihne bir kere hâkim olunca, ölümcül virüsler, genetiğiyle oynanmış gıdalar, iklim krizi, sapıklıklar, insanları zehirleyen ilaç firmaları, seri katiller, terör, uçak veya araba kazaları her şey birbiriyle ilişkili hale gelir ve her tür kaygı bulaşıcı bir biçimde artma eğilimi gösterir. Âşık olmak bile, bir risk durumu olarak tarif edilir. Çocuk yapmaya kalkınca, genetik hastalıklar dahil her şey büyük bir risk olarak algılanır, gereksiz olabilecek bir sürü vitamin ve ilaç kullanılır, testler yapılır. Fiziksel olan kaygılar yetmezmiş gibi psikolojik rahatsızlıklar gündeme gelir. Medya ilgi çekmek için her şeyi abartarak gündeme getirir, hatta reklamlar bile öncelikle bebeklerin sağlığı üzerinden, ebeveynlerin en zayıf noktasından hareket eder.

ÖZNE VE KADER

Bütün bu kaygı ve risk durumlarının sonuçlarından biri, öznenin öneminin azalması. Otoriter iktidarların arzuladığı şey gerçekleşir. Birey, kendisini olup bitenler karşısında bütünüyle çaresiz hisseder. Çünkü ‘insan’a duyulan güven zarar görmüştür; insan olmak çevresel, ekonomik ve kriminal açıdan olumsuzluklarla özdeşleşmiştir. Bu öyle bir noktaya gelir ki, insanla ilgili her şeye duyulan güven azalır, bilimden piyasaya, devletten dine her şeye şüpheyle yaklaşılır. Böylesi dönem ve durumlarda, hiçbir şeye güven duyulmadığında ‘kaderci’ bir yaklaşıma yönelir yığınlar. İhtiyatlı olma, farklı seçeneklerden ve değişimden uzak durma anlamına gelir. Çünkü insan iradesinin bir etkisi olmadığına inanmaktır kadercilik. Geriye sadece ‘önlem almak’ kalmıştır. Önlem almak için de her şeye karşı derin bir şüphecilik gelişir.

KADER VE BİYOLOJİ

Böyle bir bakış açısı, öznenin ve iradenin önemsizleşmesi, yaşanılan olumsuzlukları biyolojik bir yaklaşımla açıklamaya yöneltiyor insanları. Son dönemde nörolojiye yönelik ilgi bile bu açıdan ele alınabilir. Öfke ve şiddet hormonların suçu olur, kanser bile çevresel etkenlerden çok genlerle açıklanır hale gelir. Neden sonuç ilişkileri karmaşıklaştırılarak birbirinden koparılır. Kadercilik ve biyolojiden bir sentez oluşturularak her şey öznenin dışındaki nedenlerde aranır, irade önemsizleştirilir. Toplumsal ve siyasal nedenler, bu bakış açısıyla görmezden gelinir. Öznenin önemsizleşmesi, toplumsal dayanışmanın zayıflamasına ve bireyleşme sürecinin zarar görmesi yalıtılmışlık hissinin güçlenmesine neden olur.

Çözümü uzakta aramaya gerek yok. Yeniden 19’ncu yy. insan ruhuna geri dönmek, özneyi ve iradeyi öne çıkartarak dayanışmayı güçlendirmek, yaşanan hayal kırıklıklıklarından dersler çıkartarak daha güçlü hayaller inşa etmek, insanlık için tek çıkış yolu.