Fadime Uslu'nun Gölgede Yaşamak öyküsü, görüntü toplumunun yarattığı bir sorun olarak kişinin kendisini başkalarının gözünden görme alışkanlığının, insanın varoluşsal anlamda kendini gerçekleştirmesinin önündeki en büyük engel olduğunu ifade ediyor.

Özündeki bilgiye doğru esaslı bir yolculuk

AYLİN ARICI

‘Gölgede Yaşamak’ Fadime Uslu’nun 2011’de Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne layık görülen kitabının adı. Altı öyküden oluşan kitap iki bölüme ayrılmış: ‘Gölgede Yaşamak’ ve ‘Saklanan’. İlk bölümde, bu metinde yer vereceğim ‘Oyuncu’ adlı öykü yer alıyor. İtiraf etmeliyim ki, bu öyküyü anlatmaya çalışmak (yazarın tabiriyle) “duygusunun bedelini şairine ödetmiş iyi bir şiirin tınısını anlatmak” kadar zorlayıcı benim için. Bunun iki nedeni var. İlki; yazarın okura güvenmesi ve ona sorumluluk vermesiyle ilgili. Bu noktada herkes metnin derinine inebildiği kadarını görebiliyor. Yazar, okura güven vererek ona sınırsız bir özgürlük alanı tanıyor. İkinci sebepse, daha çok metnin kurgusuyla ilgili. Öyküyü okumaya başladığınızda öykünün ruhu gelip yanınıza oturuveriyor. Kavramadan önce öyküyü hissetmeye başlıyorsunuz. Sabırlı davranır, o ruhu iyi bir şekilde misafir edebilirseniz, öykü sizi tadına doyulmaz bir yolculuğa çıkarıyor. Yolun sonunda, bütün bu yolculuğun kendi içinize olduğunu fark ettiğinizde ise şaşırıp kalıyorsunuz. Asıl dönüşüm işte o an başlıyor.


‘Oyuncu’, oyunculuk mesleğinden uzak kalan, yazar olmak isteyen ve kitabını yayımlatmak için ümitsizce beklemek yerine hareket etmeye karar vermiş bir kadının hikâyesi. Öykü, ‘Çözücü’, ‘Anlatıcı’ ve ‘Oyuncu’ olmak üzere üç farklı ağızdan anlatılıyor. Öyküde Çözücü ve Oyuncu birinci şahıs, Anlatıcı ise üçüncü şahıs (tanrısal) anlatıcı olarak yer alıyor. Tanrısal anlatıcı da zaman zaman öykünün diğer karakterleri gibi somutlaşabiliyor.

Öykünün ilk paragrafı okuru yakalamaya yetiyor. Çatılara konup uğursuz sesler çıkaran, insanların içindeki ürküyü kâbuslarına taşıyan, bazı geceler martı gibi ötmeyen ve martıya benzemeyen bir martı olan; yerine göre kaplan, tilki, baykuş olabilen, yerine göre görünemeyen; içimizden biri olarak karşımıza çıkabilen, işini tamamladığında geldiği gibi giden Çözücü’yü merak etmeye başlayan okur, yazarın oltasına takılmış oluyor.

Öykünün ilk bölümü Oyuncu’nun iç dünyasıyla ilgili ipuçları barındırıyor. Çözücü’nün ifadesiyle; “Devri geçmiş de olsa görüntü çağına küçük prenses olarak hizmet etmiş, popüler güzelliği görsel çağın tutkularına çanak tutmuş, kendini sunarak ayakta durmaya çalışan” biri, Oyuncu. Son dönemde oynayabileceği roller kapıldığından mesleğini bırakmak zorunda kalmış. Ancak tüm rolleri içselleştirdiğinden gündelik yaşamda da sürekli sahnedeymişçesine yaşıyor. Kendine biçtiği rolleri oynuyor. Sürekli izlendiğini bilerek hareket ediyor. Oyunculuğu bıraktıktan sonra “başka çaresi yokmuşçasına” yazmaya başlamış ve “kimsenin okuma sabrı gösteremeyeceği” hikâyeler yazıyor. Yazılarında rol kesen, gözetildiğini bilerek yazan bir tavrı var. Yazarlık, üzerinde her an çıkarılabilecek bir kıyafet gibi duruyor. Oturmuyor. Oyuncu, yazılarının yayımlanması için beklemek yerine -kaybedeceği bir şeyi olmadığına karar verip- editör Erinç Bey ile görüşmeye gidiyor. Çözücü yani Erinç Bey, yazılarından Oyuncu’nun iç dünyasını analiz ediyor. Çözücü, “asıl derdi kendisi ile olan”, yaşadığı durumlara takılıp büyük tabloyu göremeyen Oyuncu’nun kendi sesini bulma ihtiyacında olduğunu fark ediyor. Havasının iyi geleceğini düşündüğü için, ona kendi doğup büyüdüğü kasabaya gitmesini öneriyor. Oyuncu, önerilen kasabaya gidiyor. Bu bölümde, rüya ve gerçeğin sınırları saydamlaşıyor.
Bilinçdışında saklı kalmış özlemler, korkular bilince taşınıyor. Çözücü, (bu kez başka bir kılıkta) katıksız biçimde gerçeği görünceye dek Oyuncu’ya rehberlik ediyor. Oyuncu, yazarak “uyanıkken bile gördüğü” rüyaların dilini çözmeye başlıyor. Özlem duyduğu babasını ve uzak denizleri yazmaya başladığında; kendisini hasta eden, sahte, estetik yönden anlamsız, ruhsal yönden boş düşüncelerin gölgesinden kurtuluyor. Kendisini görmeye başladığında ise, Oyuncu da Çözücü de ortadan kayboluyor. Geriye tek bir gerçeklik kalıyor: Kişinin kendisi.

Öyküde mekân olarak; Oyuncu’nun odası, merdiven boşluğu, Çözücü’nün ofisi, terminal, kasabadaki eski Rum evi, sokaklar, caddeler, eski binalar gibi birçok farklı mekân yer alıyor. Öyküde zaman doğrusal akmıyor. Öykü, okura paralel zamanlardan farklı bakış açılarıyla kesitler aktarıyor. Yazar, öyküyü zamanda ileri geri hareket ettirebiliyor. Okurun da zamanda yolculuk etmesi, bir anlamda zamanın ve mekânın sınırlarını aşması bekleniyor. Yazar, metinde vurguladığı ‘yenilik’ arayışını öykünün kurgusuna yansıtıyor. Günlük yaşamda aşina olunan ancak edebi metinlerde sıkça yer almayan parçalı kurguyu sade ve akıcı bir üslupla okura aktarmayı başarıyor. Öyküdeki şive ve metafor (baykuş) kullanımı, öykünün bütünselliğine hizmet ediyor. Yazar, öyküde gereksiz hiçbir ayrıntıya yer vermiyor. Gerekli gördüğündeyse ayrıntıları (Örneğin, “toz zerreleri kendiliğinden oluşan üçgen prizma içinde, güneşin kışkırttığı duyulmayan bir müzik eşliğinde hareket ediyor gibiydi” ) ustalıkla kullanabiliyor.

Gölgede Yaşamak öyküsü, okurundan görüntü toplumunun krizlerini görmesini talep ediyor. Bedenlerin ve zihinlerin görüntü tutkusuyla ilişkisini anlatıyor. Yazar, öyküsünde toplumsal yaşayışta sadece “görünen/izlenen” şeylere görüntü üzerinden değer atfedilmesini, gittikçe toplumun onu peygamberleştirmesini eleştiriyor. Görüntü toplumunun yarattığı bir sorun olarak kişinin kendisini başkalarının gözünden görme alışkanlığının, insanın varoluşsal anlamda kendini gerçekleştirmesinin önündeki en büyük engel olduğunu ifade ediyor. Öykü boyunca Oyuncu’nun kendi gölgesiyle arasındaki ilişkiyi, ilişkideki mesafeyi ve tavrı farklı bakış açılarıyla okura aktarıyor. Öyküdeki “Kendi sesini bulmak, gölgeyle yüzleşmek, gölgeden çıkmak” gibi kavramlarsa Jungiyen düşüncenin izlerini barındırıyor. Görsel çağın bireyler üzerindeki etkisinin yanında yazar, öyküsünde; kadın bedeninin metalaşması, bir tüketim nesnesi olarak cinsellik, okuma ve yazma deneyimi üzerinden iktidar ve tahakküm ilişkisi, aynılaşmaya karşı yenilik arayışı, uygar toplum insanının var ettiği şeylerin doğuştan gelen özürleri (yapaylaşma, eksiklik hissi, görünmeyen bir güçle çarpışma, doğallıktan çekinme) gibi birçok farklı konuya değiniyor. Diğer yandan ‘benliğin dışavurumu’ konusunda varoluşçu bir perspektiften konuyu ele alması, okuru da öykünün bir kahramanı yapmaya yetiyor. Öykü bittiğinde; farklı bir algılayış, duyuş, kavrayışla her şey bambaşka bir görünüm kazanıyor. Öyküyle birlikte anlatılan karakter için de, okur için de yeni bir yaşantı başlıyor. Kendine doğru, özündeki bilgiye doğru esaslı bir yolculuk bu.