Padişahın fesih yetkisi var mıydı?

Rumi takvime göre 31 Mart 1325’te, miladi takvime göre ise 31 Mart 1909’da, İstanbul’da, başını liberallerle İslamcıların çektiği ve İngiltere ile Abdülhamid’in yönlendirdiği gerici güruh, 30 yıllık Abdülhamid istibdadının ardından Meclis’in yeniden açılıp anayasanın yeniden yürürlüğe girmesini sağlayan 1908 II. Meşrutiyet devrimine karşı “Şeriat isteriz” diyerek ayaklandı.

Liberaller Prens Sabahattin’in liderliğindeki Ahrar Fırkası’nın, İslamcılar ise Derviş Vahdeti’nin liderliğindeki İttihad-i Muhammedi Cemiyeti’nin etrafında toplanmış, bunlara devrim sonrası orduda mektepli subayların ön plana çıkmasıyla konumları ciddi şekilde sarsılan alaylı subaylar da katılmıştı. Gericiler kısa sürede başkenti ele geçirdi ve hükümetin istifa etmesini sağladı. Devrimin arkasındaki güç olan İttihatçılara yönelik bir sürek avı başlattılar ve aralarında milletvekillerinin de olduğu çok sayıda İttihatçıyı öldürdüler.

İttihatçılar İstanbul’daki güçlerini yitirmiş olsalar da Makedonya ve Selanik’te çok güçlüydü. İsyanı bastırmak ve devrimi korumak için Selanik’te “Hareket Ordusu” adı verilen bir ordu kuruldu ve İstanbul’a doğru yola çıktı. Ordu amacını şöyle açıklamıştı: “Meşrutiyet’i bir daha hiçbir gücün sarsamayacağı şekilde kuvvetlendirmek, düşmanlara gereken dersi vermek ve Kanun-i Esasi’nin (anayasanın) üzerinde hiçbir kanun, hiçbir kuvvet olmadığını ve olamayacağını ispat etmek.”

22 Nisan’da İstanbul Yeşilköy’de “Meclis-i Umum-i Millet” adıyla toplanan Meclis, Hareket Ordusu’nun bildirisini onayladığını açıkladı. Ordu 24 Nisan’da İstanbul’a girdi ve isyanı bastırdı. Meclis 27 Nisan’da bir kez daha toplandı ve Abdülhamid’in indirilerek yerine Mehmet Reşat’ın geçirilmesine karar verdi. Önce Abdülhamid’in yargılanması düşünüldüyse de bundan vazgeçildi ve devrik padişah Selanik’e gönderildi, artık 33 yıllık saltanatının sonuna gelmişti.

Belki de asıl devrim, padişahın azledilme biçimiydi; çünkü daha önce de tahttan indirilen padişahlar olmuştu ama bunlar hep birtakım ayaklanmaların ya da saray darbelerinin neticesinde gerçekleşmişti. Oysa şimdi padişahı Meclis azlediyor, bunu yaparken kendisini tüm Osmanlıların, yani milli iradenin temsilcisi olarak sunuyor ve gerekçe olarak da Kanun-i Esasi’yi, yani anayasayı gösteriyordu. Osmanlı tarihinde ilk kez bir padişah, millet tarafından ve anayasal düzeni korumak adına devrilmiş oluyordu dolayısıyla. Dahası, yerine geçen Mehmet Reşat da, hanedanın bir mensubu ya da “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak değil, “anayasa gereği ve Osmanlı milletinin arzusu üzerine” tahta geçtiğini ilan ediyordu.

Abdülhamid’in devrilmesinin ardından, 1876 tarihli Kanun-i Esasi’de çok köklü değişiklikler yapıldı ve padişahın yetkileri çok ciddi bir şekilde sınırlandırıldı. Padişah yine devletin başıydı ama eskiden milletvekilleri padişah adına yemin ederken, şimdi padişah anayasa adına yemin etmek zorundaydı. Şeyhülislam ve sadrazam dışındaki bakanları atama yetkisi padişahın elinden alınmıştı, ancak artık güvenoyu uygulaması geldiği için sadrazamı da kafasına göre değil, Meclis’in onaylayacağı birini tercih ederek atamalıydı. Bakanlar kurulunun bir konuyu görüşmek için padişahtan izin alma şartı kaldırılmıştı ve kurulun artık padişaha karşı değil Meclis’e karşı sorumlu olması ilkesi getirilmişti.

Bundan sonra padişahın yapacağı anlaşmaların Meclis tarafından onaylanması zorunlu hale getirilmiş, Meclis’in padişahın çağrısı olmadan toplanabilmesi ve padişahtan izin almadan yasa yapabilmesi hükme bağlanmıştı. En önemli şeylerden biri ise padişahın “mutlak veto” yetkisinin kaldırılması ve “geciktirici veto”ya geçilmesiydi. Yani padişah bir yasayı ya onaylayacak ya da Meclis’e bir kez daha görüşülmek üzere geri gönderecek, Meclis’in üçte iki çoğunlukla yasayı tekrar padişaha göndermesi halinde ise mecburen onaylama işlemini gerçekleştirecekti.

Tüm bu düzenlemelerden en önemlisi ise padişahın fesih yetkisinin karmaşık bir mekanizmaya bağlanarak, neredeyse imkânsız hale getirilmesiydi. Bakanlar kurulu ile Meclis arasındaki bir anlaşmazlık olması halinde, bakanlar kararlarında direnir, Meclis iki defa üst üste bu kararı reddederse, bakanlar kurulu bunu ya kabul edecek ya da çekilecekti. Eğer çekilir ve yerlerine gelen bakanlar kurulu da aynı kararda direnir ve Meclis buna yine karşı çıkarsa, padişah ancak iki Meclis’ten biri olan Heyet-i Ayan’ın da onayını alarak ve üç ay içerisinde seçimlere gitmek şartıyla Meclis’i feshedebilecekti.

Görüldüğü üzere, bundan tam 108 yıl önce karşı-devrimin bastırılmasının ardından Abdülhamid’in tek adamlığına son verilmiş ve gerçek bir anayasa ancak öyle yapılabilmişti. Bugün, tam 108 yıl sonra, ülkeyi 19. yüzyıldan da geriye götürmek ve zamane padişahlarına Meclis’i fesih yetkisi vermek isteyen yeni bir 31 Mart süreciyle karşı karşıyayız. O halde mesele açık: 16 Nisan’da “Hayır” demek, günümüz gericiliğine de, saltanat sevdalılarına da, despotluğa da “Hayır” demek anlamına gelecek