Pandemi kolektivizmi mi, bireyciliği mi körüklüyor?

Hande Çiğdemoğlu

Hayatlarımıza bir anda pandemi, Covid-19, koronavirüs, salgın, vaka, sosyal mesafe, izolasyon gibi sözcükler girdi. Neye uğradığımızı anlamadan yaşam şeklimiz değişiverdi. Eğitim, iş, sosyal ilişkiler kısaca sahip olduğumuz ve yapmak zorunda kaldığımız ne varsa hasta olmamak ve hasta etmemek adına dört duvara hapsoldu. Elbette bu durum, şanslı olan kesim için geçerliydi. Bu esnada ücretsiz izne ayrılmak zorunda kalan ya da işini kaybedenler için ise durum zaten bambaşka bir yerdeydi.

Ekonomik, sosyolojik ve psikolojik anlamda el yordamıyla yürütülen bir hareketin ortasında kaldık. Hazır olmayan alt yapıların üzerine alınan acele tedbirler, bilinmezliklerle dolu bir sürecin dayatmasıydı. Bu esnada hastalık hızla yayılıyor, hayatını kaybedenler ne yazık ki vaka sayısı olmaktan öteye geçemiyordu.
Pandeminin sosyolojik anlamda davranış biçimlerimizi nasıl etkilediği, gelecekte nasıl bir yaşam biçimine zemin hazırladığı konusu ise ayrı bir sorunsal. Değişen yaşam şeklimiz acaba bizleri bir değer olarak bireyciliğe mi, kolektivizme mi yöneltiyor? Her şey bittiğinde toplumsal olarak bu iki yaklaşımın hangisine daha yakın olacağız?

Bencillik kelime itibariyle olumsuz bir anlam taşıyor gibi görünse de insan doğasının yapı taşlarından biri. Kendini doyurma, kendini koruma, kendini geliştirme gibi ihtiyaçlara dayanan bir özellik. Bir değerler sistemi olarak ele alınabilecek bireycilik, tam olarak bu doğal insan özelliğine dayanıyor. Bu kuramı en basit haliyle insanların toplumsal birliklerden değil bireylerden oluştuğu düşüncesine dayandırabilir, kişisel haklara, mahremiyete ve özgüvene dayanarak yükselen bir davranış biçimi olarak tanımlayabiliriz.

İşin felsefi ve siyasi yönü bir tarafa kültürel zeminde uzun zamandır sığ bir bireycilik yaklaşımının benimsendiği ortada. Kişisel gelişim furyasının dayatılan bir 'mutlu olma' akımı var ki bu neredeyse hayatın anlamı haline getirilmiş durumda. Her koşulda ve her şeye rağmen ulaşılmak zorunda hissettirilen mutluluk anahtarının ancak bireysel istek ve hazlarda olduğu düşüncesi ise yediden yetmişe toplumun bütününe yayıldı. Aşina olduğumuz “Önce can sonra canan” yaklaşımı “Kendin için yaşa”, “Hayat senin hayatın” “Carpe Diem” sloganlarıyla içe dönük ve umursamaz bir davranış modeline evrildi. Sonrasında karşı karşıya kaldığımız salgın gerçeği, makul bir sebep olan can korkusu ile insanları bireyciliğe daha da yaklaştırdı. Evlere kapanıldı, kimseyle görüşülmedi. Kapıya gelen kargocuya, market çalışanına, karşılaşılan komşuya hatta evlerde aile bireylerine karşın duyulan ürkeklik zamanla yerini olumsuz bir duygu erozyonu ile geri çekilmeye bıraktı. Artık evde pişen yemekler üzerine peçete konularak komşular ile paylaşılmıyor, kapı herhangi bir sebepten çalarsa ne yapılacağı konusunda tedirginlik yaşanıyordu. Sokakta yürüyen biri görüldüğünde dışarıda olmasının mecburiyetten kaynaklanıp kaynaklanmadığı düşünülmeksizin tedbirlere uymadığı ve herkesi tehlikeye attığı kanısına varılıyordu. Hasta olmamak ve ölmemek için ne gerekiyorsa yapılacaktı.

Öte yandan bunun tam tersi olan coşkun bir kolektivizm hareketinin tam ortasındaydık. İşte yaşanılan bu salgın sürecinde sürekli birlik, beraberlik ve dayanışma çağrıları yapılıyor, bu felaketten ancak el ele çıkabileceğimiz söyleniyordu.

Devlet, kural ve yasaklar konusunda işini layıkıyla yerine getirse de koruma ve destek konusunda pek bir şey yapmıyordu. Öyle ki göstermelik sosyal desteği bile vatandaşlar finanse etmek zorundaydı. Herkes kendi OHAL’ini kendisi yapacak, sonra da bunu yaşayacaktı.

Evde kal çağrıları, önceleri yaşlı ve zayıf kişileri hasta etmemek adına yapılmıştı. Oysa korumak istenenlerin düşman gibi algılanmasının önüne geçilemedi. Neyse ki sokakta görüldüklerinde örselenen yaşlılar evlerine kapatıldı da herkes derin bir nefes aldı. Oysa tehlike geçmemişti. Virüs nüfusa kayıtlı doğum tarihini ayırt etmeksizin herkesi etkiliyordu. Böylece imkânı olanlar, hasta etmemekten ziyade hasta olmamak için evde kalmaya devam etti. Destek olmak adına sağlık çalışanları balkonlardan alkışlanıyor ama yaşanılan binada bir sağlık çalışanı varsa tehdit olarak algılanıyordu. Gün sonunda raporlanan vaka ve ölüm sayıları istatistikten fazlası değildi. Yüzlerin binler olmadığına sevinilirken yan yana yüz ölü insanı kimse gözünün önüne getirmiyordu.

Sözün özü, bu süreçte kolektivizmin temel taşı olan dayanışma ve işbirliği, devlet unsuru tarafından dayatılmış, bireycilik sularını sevmiş halk neyi neden yaptığını anlamaz hale gelmişti. Salgın psikolojisi şu günlerde iç içe geçmiş iki kavram olan kolektivizmi mi, bireyciliği mi körüklüyor emin değiliz. Pandemi devam ediyor. İnsanlar çekildikleri kabuklarda zorunluluklarla yaşamaya çalışıyor. Ne zaman, nasıl sonlanacağı belli olmayan bu süreç bittiğinde alışkanlıklarımız, doğrularımız, yanlışlarımız, önceliklerimiz ve hassasiyetlerimiz nasıl ve ne kadar değişmiş olacak? Şu hep bahsedilen ama hala net bir şekilde öngörülemeyen yeni dünya düzeninin içinde şekillenecek yeni yaşam biçimimiz, benimsediğimiz değerler nasıl olacak? Yaşayıp göreceğiz.