Yeni ‘olanaklar’ doğal olarak dünyada yaşamakta olan herkes için geçerli değil. ‘Olanaklar’, yalnızca, patronlar ve ulusötesi şirketler için. Bir başka ifadeyle, ‘olanaklara’ sahip olmanın sınıfsal farklılığı var. Yaklaşmakta olan felâket ise adı geçenler kendilerine dünya dışında başka bir gezegen bulup taşınamazlarsa “hepimiz” için olacak.

Pandemide görünür olanlar

ONUR HAMZAOĞLU*

Geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğiyle birlikte, sağlıkçı bilim insanlarından bazıları “tıbbın yeni zaferi”ni anlattıkları makaleler yazdılar. Tanımladıkları zafer, bulaşıcı hastalıklarla yürütülen mücadele sonucunda bu hastalıkların önemini yitirmesi ve öncelikli sorun olmaktan çıkmasıydı. Onlara göre, 21. yüzyılın çözüm bekleyen önemli sağlık sorunları kanserler, kronik hastalıklar ve obesite olacaktı. Öyle ki ilaç araştırmaları, uluslararası sermaye gruplarının “yeni sermaye birikim alanı” olarak tanımlayıp, yatırım yaptığı hastanecilik, hastane yapılanmasında model değişikliği (bahçesi olmayan, penceresi açılmayan, dikey, yapay havalandırmalı vb. binalar) gibi adımlar, söz konusu saptamaları da veri alarak, atıldı. Ancak, hem bulaşıcı hastalıkların sonlandığı saptamasını yapanlar hem de söz konusu adımları atanlar yanıldıklarını geç de olsa anladılar.

Saptamayı yapanlar yanıldılar. Çünkü yaşamın bütününe değil, yalnızca hastaneye-kendilerine gelen hastaları dikkate aldılar. Bir kısmı, içinde yaşadıkları toplumu, ülkeyi, dünyayı, özetle patriyarkal neoliberal kapitalizmin belirleyiciliğini görmezden geldi. Bir kısmı da göremedi.

Uluslararası sermaye grupları, nam-ı diğer patriyarkal kapitalizmin sahipleri ise kapitalizmin akıl dışılığı ile insana ve doğaya karşıtlığı nedeniyle yetmişli yılların başında bir kez daha yaşadıkları yapısal krizden ders çıkarmaktansa, tutumlarını pekiştiren ‘yeni’ düzenlemeler yaptılar.

YAŞAMIN KRİZİ VE SALGININ NEDENİ

Düzenin sahipleri, kuracakları ‘yeni’ düzenin kısa sürede yaşatacaklarının ipucunu görmezden geldiler. Ve ABD’nin hegemonyasında gerçekleştirilen müdahalelerle ortaya çıkan patriyarkal neoliberal kapitalizm, özünden-patriyarkal kapitalizmden hiçbir sapma göstermeden, kendi krizlerini yaratmaya başladı. Yirmi birinci yüzyılın başında henüz adımları duyulurken, günümüzde tüm korkunçluğuyla görünür hale gelen, “YAŞAMIN KRİZİ”ne neden oldu. İnsanın insan, hayvanın hayvan, bitkinin bitki, böceğin böcek olarak yaşayamaması diye tanımladığımız Yaşamın Krizi ile birlikte, daha önceden görmediğimiz, bilmediğimiz salgın hastalıklar da ortaya çıktı.

Dünyada var olan bütün canlılar için kötü olan bu yaşam koşulları nedeniyle, maymunlarda, domuzlarda, kuşlarda, kümes hayvanlarında bulunan ve/veya onları hastalandıran bazı mikroorganizmalar insanlara bulaşıp, insanları da hastalandırmaya başladı. Daha sonra da insandan insana bulaşıp Domuz Gribi, Zika ve Ebola gibi salgınlara neden oldu. SARS, MERS gibi hastalıkların etkenleri de konak olarak bulundukları yarasalardan, Minsk kedilerinden, develerden insanlara ve insandan insana bulaşıp salgınlara neden olmaya başladılar.

En son olarak da 2019 yılı sonuna doğru yarasa ve Malayan Pangolinlerinde bulunduğunu öğrendiğimiz virüs, insanlara bulaştı, hastalandırdı ve insandan insana bulaşmaya başlayınca da CovId-19 hastalığı dünyaya yayıldı. CovId-19 pandemisi gelişti. Bu pandemi de 21. yüzyılın başından itibaren yaşadıklarımız da Yaşamın Krizi’nin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Geçtiğimiz 20 yılda yaşanan salgınların nedenini sorguladığımızda, Yaşamın Krizi, “SON NEDEN”dir. Seksenli yıllarla birlikte iktisat, sağlık, eğitim, bitkisel ve hayvansal tarım, kent, enerji vb. alanlarda hayata geçirilen reformlar, çalışma yaşamının düzenlenmesi ile doğanın talanının ve tahribatının sonucunda ortaya çıkan iklim krizi, gıda krizi, “reform” uygulamalarının gerçekleştirildiği sağlık, eğitim, ulaşım vb. sistemlerdeki krizler, ülkeler ve sınıflar arası eşitsizliklerdeki büyük artış, yaşam ve çalışma koşullarının kötüleşmesi, yoksulluk vb. tümünün eş zamanlı olarak birlikte var olması da son nedeni ortaya çıkaran “ARA NEDEN”dir. Bu aşamadan sonra da ara nedeni doğrudan, son nedeni ise ara neden(ler) üzerinden ortaya çıkarmış olan, salgınların, pandeminin “TEMEL NEDEN”i patriyarkal neoliberal kapitalizm-patriyarkal kapitalizmdir.

YAŞAMIN KRİZİNİN VE TEMEL NEDENİN BAZI SAYISAL KANITLARI

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli tarafından Ekim 2020’de paylaşılan bir çalışmanın sonuçlarına göre, Sanayi Devrimi’nden (1760), günümüze (2020) kadarki 260 yıllık sürede atmosfere insan kaynaklı sera gazı-CO2 salımı 1 trilyon 615 milyar ton’dur. Bu salımın 784 milyar tonu, ilk 230 yıl içinde, yüzde 51,5’ini oluşturan 831 milyar tonluk bölümü ise patriyarkal neoliberal kapitalizmin hüküm sürdüğü, 1990-2020 arasındaki, 30 yıllık sürede gerçekleşmiştir. Sera gazı, insanlar tarafından fabrika bacaları, uçak, gemi, kamyon, otomobil vb. araç egzozları, ısınma bacaları, orman, çöp ve tarla yangınları, patlatılan bombalar vb. ile atmosfere salınmıştır. Peki bundan “hepimiz” mi sorumluyuz? Hayır, değiliz…

Sorumluları görünebilir kılmak için devam edelim: Eylül 2020 tarihinde Oxfam’ın yayımladığı rapor, tam da bu sorumuza yanıt verebilecek içeriğe sahip. Raporun birinci tespiti, 1990-2015 yılları arasındaki, 25 yılda atmosferdeki sera gazı miktarı insan eliyle iki katına çıkartılmıştır. İkinci tespit, bu süre içinde dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’inin (62 milyon kişi) tüketimleri nedeniyle sorumlu olduğu toplam sera gazı emisyonu, en yoksul yüzde 50’sinin (3 milyar 100 milyon kişi) sorumlu olduğu toplam sera gazı emisyonunun iki katından daha fazladır. Üçüncü tespit, karbon gazı kirliliğinin yüzde 15’ine dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’i, yüzde 52’sine dünya nüfusunun en zengin yüzde 10’u (620 milyon kişi) neden olmuştur. Ve dördüncü tespit, 25 yıllık dönemde, dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’inin neden olduğu sera gazı emisyonundaki toplam artış, en yoksul yüzde 50’nin neden olduğu artıştan üç kat daha fazladır. Yani en zengin 62 milyon kişinin tüketimindeki artış, en yoksul 3 milyar 100 milyon kişinin tüketimindeki artıştan üç kat daha yüksektir. Özetle, en zengin 62 milyon, insanlığı da doğayı da hiçe sayarak tüketmiş, tüketmiş, tüketmiş… Yoksullarla arasındaki eşitsizlikler de katlanarak artmıştır. Ancak, kapitalizmin doğaya, insanlığa karşıtlığının bilgilerini gizleyemeden.

Bir başka veri de bir doğa olayı ile ilgili. Kuzey Buz Denizi’nin 2020’de ilk defa ekim ayında donmadığı görüldü. Donmadığı için artmakta olan deniz yüzeyi, bazı şirketlerin bölgedeki varlığı bilinen petrol, doğalgaz rezervlerine ve değerli maden yataklarına ulaşabilmesini kolaylaştıracak, bunları çıkartmalarını ekonomik hale getirecek. Yaşanan bu olay, benzer biçimde, bölgede bulunan zengin balık yataklarını da ulaşılabilir kılacak ve endüstriyel balık avcılığı bu bölgede de yapılabilecek. Ayrıca, halen kullanılmakta olan Doğu Asya-Avrupa deniz ticaret yolu, bu kestirme güzergâh ile mesafe olarak yüzde 40 kısalarak, 21 bin kilometreden, 13 bin kilometreye inecek. Ancak bu yeni ‘olanaklar’ doğal olarak dünyada yaşamakta olan herkes için geçerli değil. ‘Olanaklar’, yalnızca, patronlar ve ulusötesi şirketler için. Bir başka ifadeyle, ‘olanaklara’ sahip olmanın sınıfsal farklılığı var. Yaklaşmakta olan felâket ise adı geçenler kendilerine dünya dışında başka bir gezegen bulup taşınamazlarsa “hepimiz” için olacak. Sonuç olarak, günümüzde patriyarkal kapitalizmin akıl dışılığının bir kanıtı daha görünür hale geldi, getirildi. Bununla birlikte, büyük felâketi engelleyebilmenin olanağını henüz yitirmediğimizi de akılda tutmalıyız.

21. YÜZYILIN CÜZZAMI COVID-19 HASTALIĞI

Şubat 2021’in üçüncü haftası itibarıyla dünya genelinde 1 milyon kişiden yaklaşık 14 bin 250 kişi CovId-19 hastalığına yakalanmış durumda. Dünyada doğrulanmış (PCR testi pozitif) CovId-19 hastası 111 milyon kişiyi geçti. Bunlar arasında yaşamını kaybedenlerin sayısı da 2,5 milyona ulaştı.

Buna karşın, dünya genelinde değişik boyutlarda da olsa yaşanmayan ülkenin kalmadığı bu salgınla neredeyse her ülke kendisi için başa çıkmaya çalışıyor. Her biri kendi olanak ve zenginliği ölçüsünde çalışmalarını yürütüyor. An itibariyle onlarca ülkeye henüz CovId-19 aşısı ulaşmadığını biliyoruz. Ne zaman ulaşacağı ya da ulaşıp ulaşmayacağı da belli değil. Buna karşın, aşıların 3/4’ünün en zengin 10 ülke tarafından satın alınmış olduğu haberleri paylaşılıyor. Diğer yandan, pandeminin yaşattığı felaketi görmezden gelen maske ve aşı şirketleri daha çok kazanabilmek için rekabetlerini kıyasıya sürdürüyor. Böyle bir durumda bile, insanlara yararlı olmak hedefi taşımadıkları tüm çıplaklığıyla görünür olmasına rağmen, doğaları gereği insanlık adına en küçük bir olumlu geri adımları dahi söz konusu değil.

CovId-19, başlangıcından farklı olarak, kısa bir süre sonra yoksulların, çalışmak zorunda olanların hastalığı olmaya, sınıfsal bir karakter kazanmaya başladı. Çok geçmeden, Mayıs 2020 itibarıyla kazandı da. Yüzyıllar öncesinde cüzzamla mücadelede olduğu gibi 21. yüzyılda da CovId-19 pandemisinin yaygınlığı ve korunmasında sınıfsal farklılıklar öne çıktı. Emekçiler, ötekiler, ezilenler, yoksullar, göçmenler vb. bile bile, göz göre göre bu felaketin altında bırakılıyor.

TÜRKİYE’DE DURUM

Türkiye’de de farklı şeyler yaşanmıyor. Sağlık Bakanlığı’nın bildirimlerine göre, 19 Şubat 2021 tarihi itibarıyla, Türkiye’de doğrulanmış hasta sayısı 2 milyon 624 bini geçti, 1 milyon kişiden 30 bin 903’ü hastalığa yakalandı. Bu kişilerden 27 bin 903’ü yaşamını kaybetti.

Türkiye, hasta sayısı bakımından 220 ülke arasında 9. sırada. Buna karşın, bulgu vermeyen hastaları da ortaya çıkarabilmek için yeterince test yapılmadığı uzmanları tarafından ifade ediliyor.

Sağlık Bakanlığı neredeyse bilgilerin çoğunu kamuoyu ile paylaşmıyor. Zaman zaman önceki açıklamalarını yanlışlayan bilgilendirme yapıyor. Bilimsel bilgiye dayanan ve toplumun yararına önlemler almak yerine, yasaklarla ve salgın gerekçesiyle yandaşlarının ve patronların vergi borçlarını silerek, okulları kapatarak salgını yönetmeye çalışıyor. İtiraz edeni, halkı bilgilendireni ise itibarsızlaştırmak için uğraşıyor, tehdit ediyor. Tıpkı Brezilya, Macaristan, Filipinler ve Trump ABD’sinde olduğu gibi.

BİLİMSEL DOĞRU DEĞİŞEBİLİR

Bir konuda birden fazla bilimsel doğru olamaz. Ancak, bilimsel bilgi sınanabildiği için doğru da değişebilme özelliğine sahiptir. CovId-19 hastalığının etkeni SARS-CoV-2’nin de ilk zamanlarda insandan insana yalnızca ağızdan çıkan tükrükçüklerle taşınanarak-damlacıklar yoluyla bulaştığı biliniyor ve damlacık enfeksiyonu olarak kabul ediliyordu. Bununla birlikte, yapılan bilimsel çalışmalar sonrasında, SARS-CoV-2’nin 5 mikrometreden küçük damlacıkların üzerinde havada bir süre asılı kalabildiği ve hava yoluyla da bulaşabildiği kanıtlandı. Söz konusu bu bilgiler ışığında kapalı ortamların, kapalı ortamlarda kalabalık olarak bulunmanın, uzun süre bulunmanın, kapalı ortamların doğru ve yeterli havalandırılmasının yapılmamasının hastalığın yayılma riskini artırdığı bilinir hale geldi. Söz konusu bilginin Nisan 2020 ortasına ulaşılmadan bilimsel dergilerde yayımlanmasına, kamuoyu ile paylaşılmasına karşın bu bilgileri dikkate almadan yapılan toplantılar, bir araya gelişler sonrasında söz konusu etkinliklerde bulunanlar arasında salgının yayıldığı ve çok sayıda insanın hastalandığı da gözlendi. Bu konuda yapılan bilimsel araştırmaların sonuçları da hakemli dergilerde yayımlanarak, kamuoyunun bilgisine aylar öncesinden sunuldu.

TÜRKİYE’DE İKTİDAR VE BİLİMSEL BİLGİ

Sözünü ettiğimiz bilgilerin, Sağlık Bakanlığı’nın hem kadrosunda hem de oluşturduğu kurullarda yer alan uzmanlar tarafından bilinmiyor olması da bakanlık görevinin yanı sıra, Bilim Kurulu’nun sözcülüğünü de yapıp, resmi açıklamaları dâhi Twitter hesabından duyuran Bakan Koca’ya aktarmamış olmaları da düşünülemez. Eğer bu saptamaya katılıyorsanız;

Cumhurbaşkanlığı tarafından kamuoyu ile paylaşılan 4 Mayıs 2020 tarihli “CovId-19 Normalleşme Planı”na karşın, bizzat Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 1 Haziran 2020 tarihinde yapılan canlı yayında, neredeyse bütün kamusal önlemlerle birlikte toplutaşıma araçlarındaki önlemlerin de belirledikleri tarihlerden önce sonlandırılacağının açıklanmasını nasıl açıklayabileceğiz?

Ya da Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bizzat katılımıyla, 24 Temmuz 2020’de yüzlercesi kapalı ortamda olmak üzere, binlerce kişiyle kılınan Cuma namazıyla birlikte Ayasofya Müzesi’nin cami olarak ibadete açılmasını?

Ya da 23 Ağustos 2020’de Giresun’da yaşanan sel felaketinin sonrasında yüzlerce insanın katılımıyla 31 Ağustos 2020 tarihinde, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bizzat katılımıyla Giresun’da miting yapılmasını ve bu sırada çay dağıtılmasının izdihama neden olmasını?

Ya da bazılarına AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da bizzat katıldığı, AKP il kongrelerini? Bu kongrelerde yüzlerce insanın kapalı ortamda, çoğunluğunun yakın mesafede, saatlerce bir arada bulunmasını? Yine bu kongrelerde çekilip yazılı ve görsel basın aracılığıyla propaganda amacıyla yayımlanan fotoğraflarda da net olarak görüldüğü gibi, protokolün oturması için yapılan düzenlemelerde sandalye mesafelerinin ve kullandıkları maskelerin niteliği ile hem delegelerin hem de izleyicilerinkinin birbirinden farklı olmasını?

ÇÖZÜM, BİRLİKTE MÜCADELE

Yukarıdaki soruları daha da artırmak ve ayrıntılandırmak mümkün. Ancak burada duralım. Ve tıbbi bilgilerimizle yanıt arayalım. Kendi adıma bu sorulara uzmanlık ve meslek alanımdan verebileceğim, açıklayıcı herhangi bir yanıt bulamadığımı paylaşmak istiyorum. Bununla birlikte, bu soruların yanıtını siyaset biliminde aradığımızda durum hiç de o kadar umutsuz değil. Yukarıda sıralananların-yaşananların nedenlerini ve yaşanmaması için yapılması-yapmamız gereken(ler)in ne(ler) olduğunu bütün gerçekliğiyle, siyaset bilimi ve siyaset kurumunda bulabiliyoruz.

Bir benzetmeyle ve umutsuzluğu dışlayarak noktalayalım: Gabriel Garcia Márquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanının kahramanı Santiago Nasar, henüz öldürülmedi. Önlemek olanaksız hale gelmeden, Márquez’in çocukluğunu yaşadığı kasabanın sakinlerinden farklı bir tutum takınabilmek ve “planlanan sona” engel olabilmek halâ mümkün görünüyor. Keşke dememek için, birlikte mücadelenin olanağını ve araçlarını bir an önce geliştirmemiz gerekmiyor mu?

İyi pazarlar.

*Kocaeli Dayanışma Akademisi