Geçtiğimiz hafta, şaşkınlıkla “128 milyar dolar nerede?” yazılı pankartlara yapılan polis operasyonlarını izlerken, araya Sheriff (Şerif) adlı güzel bir belgesel sıkıştırmayı başardım. 2020 tarihli film, 2018 yılında ABD’nin iki ayrı eyaletinde yapılan şerif seçimlerini takip ediyor.

İrlandalı yönetmen Grace Sweeney, filmi yaparken İrlanda Film Kurulu’nun da (Fís Éireann/Screen Ireland) desteğini almış. İrlandalıların bu filme yapım desteği vermesinde ‘şerif’ kavramının yarattığı küresel çağrışımlar etkili olmuş olsa gerek. Filmde de görüyoruz zaten, hem dışarıdan bakanlar hem de bizzat şerifler için akla ilk gelen, John Wayne’in Hollywood’da yarattığı şerif imgesi oluyor: Bembeyaz WASP (White Anglo-Saxon Protestant) değerlerini canı pahasına savunan, sağ-muhafazakâr kanun adamı.


Trump seçileli iki yıl olmuş; 14 yaşında çocukları öldüren polis şiddetini “Emri ben verdim!” diyerek sahiplenen Ortadoğulu mevkidaşını aratmayacak bir söylem geliştiriyor, polislere “Ben arkanızdayım!” diyerek Afro-Amerikalılara ve diğer etnik kökenlilere yönelik şiddetin patlamasına yol açıyor. Böyle akıldışı bir ortamda halk yeni şerifi seçerken nasıl bir tavır sergiler acaba?

AMERİKALI OLMAKTAN ANLADIKLARI

Film ekibi, Maryland eyaletinin Frederick ve Kuzey Carolina eyaletinin Durham kentlerinde yapılan seçimlere odaklanıyor. Kasım 2018’deki seçimlere bir ay kadar bir süre kalmışken şerif adaylarını tanıyoruz; halkla nasıl iletişim kurduklarını, ‘Amerikalı olmak’tan ne anladıklarını öğreniyoruz. Örneğin ‘sağcıların kalesi’ Frederick’in sağcı şerifi Jenkins şunları söylüyor: “Obama yönetimi zamanında bir olay olduğunda, mesela polis birisini vurduğunda, Başkan ve Adalet Bakanlığı gerçeğin ortaya çıkmasını beklemeden müdahil olurlardı. Bu müdahale daima emniyet güçlerine karşı olurdu, kesinlikle emniyet güçlerini desteklemezlerdi. Trump başkanlık yarışındayken tam bir kanun ve düzen adamı olduğunu gösterdi. Şerifleri seviyordu, emniyet müdürlerini seviyordu. Yani genel olarak emniyet güçlerini seviyordu.”

Sonra Şerif Jenkins’i Trump destekçisi diğer şeriflerle birlikte Oval Ofis’te görüyoruz. Meksika sınırına duvar ören sevgili ‘başgan’ına şöyle hitap ediyor Jenkins: “Biz de orada (Frederick’te) aynı sorunları yaşıyoruz. Ve inanıyorum ki, eğer sizin bugün burada yaptıklarınız olmasaydı, tüm kentler bir sınır kasabasına dönecekti.”

Arada başka eyaletlerden şeriflerin söylemleri de inceleniyor. Örneğin, Trump’ın da çok sevdiği ve övgüyle bahsettiği, ‘faşist polis’ tanımına yeni bir boyut getiren Arizona Maricopa Şerifi Joe Arpaio: “Bir kahramanla karşılaşmak 75 yılımı aldı. Bu kahraman, Başkan Trump’tır. Her gün benim ırkçı olduğumu söylüyorlar, hiç dert değil. Zaten bugünlerde herkese ‘ırkçı’ diyorlar, başkana bile!”

Ve nihayet geliyor 6 Kasım 2018. Frederick’te Şerif Jenkins, Demokrat rakibi Bickel’a karşı oyların yüzde 51’ini alarak yeniden şerif seçiliyor. Dördüncü kez!
Neyse ki Amerikan sağının tüm kalelerinde böyle olmuyor. Örneğin Kuzey Carolina Durham’da ilk kez bir Afro-Amerikalı şerif seçiliyor. İç Savaş zamanında köleciliğin liderliğini yapmış ve hâlâ gerici yapısıyla bilinen bir eyalette bu müthiş bir gelişme! Ama Frederick’le Durham arasında şöyle bir fark var: 2017’nin Ağustos ayında çok sayıda genç, altında “Gri üniformalı gençlerin anısına” yazan bir İç Savaş heykelini yıktılar; çoktan tarihin çöplüğüne gönderilmesi gereken bir düşünceyi ayaklarının altına alıp şarkılar söyleyerek slogan attılar. İşte bu yüzden Durham’de işler değişti.

128 MİLYAR DOLARIN GÖLGESİNDE

Afro-Amerikalı yargıç Michael Morgan’ın Durham şerif seçimleri için yaptığı bir konuşma var: “Irkçılık hızla yükseliyor. Nefret yaygınlaşıyor. Hoşgörüsüzlük derinleşiyor. Yobazlık artıyor. Önyargılar güçleniyor. Bu durumdayken bir tek oydan bile vazgeçemeyiz. Siz oy verebilesiniz diye insanlar tazyikli suyla ıslandı. Siz oy verebilesiniz diye insanlar polis köpeklerinin dişlerine maruz kaldı. Siz oy verebilesiniz diye polislerce sürüklendiler. Siz oy verebilesiniz diye dayak yediler. Siz oy verebilesiniz diye nefret dolu tacizlere maruz kaldılar. Siz oy verebilesiniz diye ölüm tehditlerine katlandılar. Siz oy verebilesiniz diye hapse tıkıldılar. Sakın ha, sakın bu mirasa saygısızlık etmeye kalkışmayın!” Neoliberalizmin dünyanın farklı uçlarında iki ülkeyi birbirine bu kadar benzetmesi ne tuhaf, değil mi?

Şimdiye dek hep Frederick’e benzedik; bakalım Durham’e de benzeyebilecek miyiz? “128 milyar dolar nerede?” pankartlarının gölgesinde durup göreceğiz artık...