Her şey, kasabanın neredeyse tüm çocuklarının içinde bulunduğu bir okul servisinin buzlu sulara gömülmesiyle başlar. Ya da, Atom Egoyan’ın 1997 tarihli filmi The Sweet Hereafter/Başka Bir Dünya’da anlattığı gibi, biter.

Filmografisindeki en önemli yapıtlarda sürekli aynı temayı -ölen çocuklar, kaybolmuş gelecek- işleyen Egoyan, derin bir kayıp duygusunun filmlerinden acı acı sızmasını, bunun bir koku gibi seyircinin üstüne sinmesini sağlayabilen ender yönetmenlerdendir. Bir ortamda adı anıldığında, herhangi bir filminden bahsedilmesine gerek bile kalmadan insanların o melankolik duygu halini nasıl yeniden deneyimlediğini görebilirsiniz.

1994 tarihli başyapıtı Exotica’da küçük kızı tecavüz edilerek öldürülmüş bir adamın, Başka Bir Dünya’da donmuş bir nehre uçan bir okul otobüsünde boğularak ölen çocukların ailelerinin, Devil’s Knot/Şeytan Düğümü’nde (2013) birkaç ergenin kendilerinden küçük çocukları öldürdüğü bir kasabanın, The Captive/Kayıp Çocuk’ta küçük kızı bir psikopat tarafından kaçırılan bir babanın insana aklını yitirtecek kadar yoğun yasını öyle büyük bir ustalıkla anlatır ki, kendinizi “Egoyan kesinlikle bu tür bir olay yaşamış olmalı!” diye düşünürken bulursunuz.

Bildiğim kadarıyla Atom Egoyan’ın kişisel tarihinde bu tür trajik bir olay yok. Ama kolektif hafızadan Anadolu kökenli bir diaspora Ermenisine düşen pay o kadar zorludur ki, bu ‘kaybedilmiş/katledilmiş gelecek’ duygusunu anlatabilmek için başka bir şey yaşamasına gerek kalmaz.

Egoyan’ın temsil ettiği bu duygu durumuna Türkiye hiç de yabancı değil. Evrim Alataş’ın öyküsünden hareketle Miraz Bezar’ın yaptığı Min Dit/Ben Gördüm (2009), Press (Sedat Yılmaz, 2010), İz (Tayfun Aydın, 2011), Cennetten Kovulmak (Ferit Karahan, 2014) gibi filmler gökten zembille inmedi. 2011’de yayımlanan Bildiğin Gibi Değil-90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak (Rojin Canan Akın-Funda Danışman) adlı kitapta yer alan röportajların satır aralarından sızan acıyı görselleştiren bu anlatılar 1938 Dersim Katliamı’yla başlayan ama özellikle ‘90larda, PKK’nin korkunç bombalı saldırıları karşısında Kürt olmayan çoğunluğun Kürtlükle ilgili her şeye devlet destekli bir düşmanlıkla yaklaştığı o ürpertici yıllarda, ‘beyaz Renault yılları’nda zirve noktasına ulaşan travmanın etkisiyle ortaya çıktı.

Bu ülkede hâlâ bir evin duvarını yıkıp iki küçücük çocuğu öldüren panzerdeki polislerin sarhoş olup olmadığı tartışılabildiğine göre, belli ki bu anlatılar azalmayacak, nicelik ve niteliği artarak devam edecek. Başka birileri çıkıp 2017’de Güneydoğu’da çocuk olmanın ne anlama geldiğini anlatan kitaplar yazacak.

Ya da gelemediğini, çünkü çocuklar ölünce hiçbir şey başlamıyor, her şey bitiyor...