TÜSİAD’ın “Vizyon 2050” Raporu’nu okuyunca, planlı ekonomiyi sevmeyen liberal anlayışın vizyon...

TÜSİAD’ın “Vizyon 2050” Raporu’nu okuyunca, planlı ekonomiyi sevmeyen liberal anlayışın vizyon diye şık paketlerde sunulan gelecek öngörülerini ne kadar sevdiğini düşünmeden edemedim. Ama Rapor’da vizyon diye ortaya konulan söylemlerin, birer temenni olmaktan öte bir anlamı olduğunu söylemek zor.

Rapor, insani gelişme, şehirleşme, kentsel ulaşım, enerji, tüketim alışkanlıkları ve üretimde enerji ve kaynak verimliliği gibi altı başlıktan oluşuyor. Her başlık altında mevcut durum ve bu durumun sorunları ortaya konmakta, sonra  2050’ye doğru ortaya çıkacak olası değişikliklerden söz edilerek bunlarla ilgili avantaj ve dezavantajlar sıralanmaktadır. Örneğin insani gelişme bölümünde 2050’de 99.7 milyona ulaşacak bir nüfustan, çalışabilir nüfüsun artması, ortaya çıkacak eğitim ve istihdam ihtiyacından söz edilmekte ve bunlar sağlanamazsa nasıl büyük bir sorunla karşılaşacağımız noktasına gelinmektedir.

Oysa Rapor’da dendiği gibi, nüfus artışını “demografik fırsat penceresi” olarak değerlendirmek kolay da gereğini yapmak kolay mı? Ya da böyle bir niyet olduğunda nasıl ciddi bir politika değişikliği gerektiği bilinmiyor mu? Örneğin eğitimden, istihdam sağlanmasından, çocuk ve yaşlılara yönelik hizmetlerden söz edilirken, bunların hangi devlet anlayışı, hangi sosyal politika, hangi kaynakla yapılabileceği konusunda bir şeyler söylemek gerekmiyor mu? Bunlar yoksa, genel doğrulardan söz etmekle bir “vizyon” ortaya konulmuş olabilir mi?

Şehirleşme konusunda, “sürdürülebilir bir kentsel gelişme” önemsenmektedir. Bunun için ekolojik dengelerin korunması, kültürel zenginliğin gözetilmesinden, toplumsal dayanışmaya, yoksulluk ve eşitsizliğin giderilmesine,  kamu hizmetlerinden yaralanmada fırsat eşitliğine, yerel yönetimlerin şeffaflığına kadar gerekli görülen herşey sayılmış durumda. Bir itirazım yok.  Yok da, bu ülkede kentsel dönüşüm projeleriyle insanların yerlerinden edilmesi, dere yataklarına yeni kentler kurulması, tren, metro gibi toplu ulaşım yerine özel araç ve benzin kullanımının teşvik edilmesini ne yapmalı? Ya da, sosyo-ekonomik eşitsizliklerin daha da arttığı bilinen kentsel yerleşim bölgelerinde hangi dayanışmadan söz ediliyor veya bunun için ne yapılmak isteniyor? 

Kentsel ulaştırma bölümü de ilginç. Örneğin, geçmişte araba sahibi olmak istenirken, artık yolculuk kalitesi ve çevresel sorumluluk bilincinin öne çıkması, karbon gazı salınımının yol açtığı tehlike, alternatif enerji kaynaklarınana duyulan ihtiyaç gibi yine günümüzün gerçeklerinden söz edilmekte; haklılar. Ancak, böyle bir dünyada akılcı ve uzun vadeli seçimler nelerdir? Belli değil. Örneğin toplu ulaşımın vazgeçilmezliği üzerinde durmak yerine, Türkiye’de 1000 kişi başına 102, İstanbul’da 139 otomobil düştüğüne değinilerek, bunun Batı’nın gelişmiş toplumlarına göre bu sayının çok geride kaldığı bilgisi verilmektedir. Sürdürülebilir kentsel gelişme gibi bir kaygı da olduğundan ne yapılacak?  Rapor’a göre, daha fazla yol, otopark, kavşak yaparak kentleri otomobillere göre yapılandırmak yerine “otomobili kente uydurmak” gerekecekir! Ne diyelim!

Öteki başlıklara giremeyeceğim ama her başlık açısından olası değişikliklerle bunların doğuracağı ihtiyaçlara değinildiği, bunlara uyum sağlamak üzere bazı hadeferden söz edildiği söylenebilir. Ancak bunların kamu ve özel sektör politikalarıyla uyumlu olup olmadığı, ya da bunlara uyumun hangi politika ve stratejilerle gerçekleşeceği konusunda söylenen bir şey yok.

Oysa ortaya çıkan ihtiyaç ve hedeflerin çoğu, hem devlet hem de özel sektörün anlayış ve politikalarında temel değişiklikler gerektirmekte. Örneğin bugün herkesin bildiği bazı gerçekler var. Birkaçını söyleyeyim: Küreselleşme ile hız alan liberal politikalar hem ulusal hem küresel düzeyde eşitsizliği büyütmektedir. Büyümenin, toplumsal refahı sağlamaya yetmediği, adil bölüşüm politikalarına ihtiyaç olduğu iyi bilinmektedir. Teknolojik gelişme ve küreselleşme sonunda, büyüme istihdam yaratma potansiyelini büyük ölçüde yitirmiştir. Yaratılan işlerin büyük bölümü de eğreti işlerdir. Eğitim, sağlık piyasalalaşırken, bırakınız sosyo ekonomik eşitliği, fırsat eşitliği bile sağlanamamaktdaır. Devletin sosyal boyutları tırpanlandıkça, siyasetin ve demokrasinin piyasanın yarattığı eşitsizlikleri azaltma fonksiyonu da kalmamaktadır.

Şimdi, bunlar ortaya konan hedefleri gerçekleştirmeye hiç de uygun koşullar  olmadığını göstermiyor mu? Öyleyse, bu koşullardan ve politikalarda değişiklik ihtiyacından söz etmeyen bir gelecek vizyonunun, olası gelişmeleri saysa da, ihtiyaçlar ve hedefler açısından gerçekte bir şey söyleyememiş olduğunu söylemek abartılı olur mu?

TÜSİAD Başkanı Boyner’in “para ve maliye politikalarıyla refah üretilemiyor” yolundaki sözleri de üzerinde durulmayı hak ediyor. Öncelikle, doğru söze ne denir, demeliyim. İster ülkelerarası, ister ülk-içi gelişmelere bakıldığında, bunca zenginleşen dünyada ve toplumda refahın belirli bir kesime gittiğini, geriye kalan milyarca insanın da bunun bedelini ödediğini görmemek mümkün değil. Görülüyor da ne yapılıyor? Hiiiç!

Ancak artık sistem işlemez hale geldiğinden, kapitalizm büyümeyi sürdürmek istediğinde, çareyi hem küresel hem toplumsal düzeyde refahı yaygınlaştırmakta bulacağını anlamaya başlıyor. Bunu daha bir süre direnç  gösterilse de, yaşanan krizlerin şu veya bu ekonominin değil de, sistemin sorunu olduğu her geçen gün ortaya çıkarken, direnenler de çaresiz anlamak zorunda kalacaklar.

Özetle küresel düzeyde Keynesyen ekonomi politikaları, finansal işlemlerden alınacak küresel vergi ile güçlü bir sosyal devlete doğru bir gidiş bekleniyor artık. Asıl vizyon da budur! Bundan söz eden var mı?

NOT: BDP’nin Meclis’e girme kararı çok yerinde. Şimdi diğer siayasi partilerin de demokratik siyasetin önünü açmaları gerekiyor.