Daha iyi bir yaşam için ya da ekonomik nedenler yüzünden giden bir göçmenin, hazırlığı dahi olsa da içinde bulunduğu toplumun dünyasını geride bırakacak olması başlı başına bir hüzün, bir keder.

Para ile maddenin uzlaşamaması ve göç

Tuğba Kurt Ulucan

Ülkemizdeki var olan dalgalı kur hareketleri; zihinle-duygu arasında, düşlemle-gerçek arasında fantastik bir görünüm halinde uzun zamandır devam ediyor. Bizleri bireysel ve toplumsal olarak etkileyen bu hareketlilik, ruhsallığımıza nefes daraltan sıkışmışlık ve umutsuzluk olarak nakış gibi işlene dururken akıl ve ruh sağlımızı nasıl koruyacağımızı bilemez olduk. Dekor olarak gösterilen represyon araçları, her şeyin normal olduğu üzerine bizleri ikna etmeye çalışırken biz idrak edenler inkâr edemediğimiz için yine ötekileştirildik. “Ekonomimizde sorun yok” inkârını içselleştiremeyenler olarak bizler, “paracı insanlar” olarak etiketlendik medyada, laf arasında, orada burada. Gerçekten de bütün bu olanlara öfkelenmenin, üzülmenin nesi “paracılık” ya da “paracılık” derken neyi kastediyorlar onu bilemiyorum. Bildiğim bir şey, kendilik yatırımımızda sembolik bir ifade olarak para, arzu ettiğimiz yaşam biçimi için gerekli bir varlık olarak hayatımızda yer alıyor, bu da gayet normal bir durum. Bu normalin başka bir anlamda ele alınması ise “bilişsel bir çarpıtmadan” başka bir şey değil diye düşünüyorum.


Bahsettiğim şekilde bu bilişsel çarpıtmayı yapamayan potansiyeli olan yetişkinlerimiz ise yoğun bir gelecek kaygısı ve değersizleştirme duygusu ile kendi potansiyellerinin sınırlarını başka bir ülkede aramaya yöneliyor haklı olarak. Fakat görüyorum ki mevcut sistem, bu seçeneği düşünmeyi; basitçe “paracılık”, “açgözlülük” gibi yorumlayarak toplumsal inkârı besleyip kendini korumaya alıyor. Bu sakil ele alma şekli bizleri oyalamıyor elbet ama bu “paracılık” meselesi üzerine düşünmemize neden oluyor. Ama bunları anlayabilmek için öncelikle “paranın” tanımını yapmak gerek. Para en işlevsel şekliyle bir şeyin satın alma aracı ya da nesnelerin karşılıklı değiştirilmesinin ifadesidir. Bu tanıma bakarsak iki veya daha fazla kişi arasındaki bu alışveriş parayla ya da parasız da olabilir. Öyleyse para denen şey, sembolden başka bir şey değildir. Burada kastedilen sembol olarak paraya biçilen insan emeği ve insanın üretimidir.

Dolayısıyla ülkemizdeki insanların, emeğinin ve üretiminin karşılığına biçilen değer, onların zihinlerinde kurguladıkları para birimleriyle elde etmek istedikleriyle uzlaşamadığından büyük bir sorun ortaya çıkarıyor. Bu açıdan değerlendirildiğinde de bu uzlaşamama sürecini, insanların kendiliği üzerinden bireysel psikodinamikleriyle ilişkilendirerek onları doyumsuz, düşüncesiz, bencil ve vatanını sevmeyen olarak nitelendirmek çok anlamsız geliyor kulağa. Var olan uzlaşamama süreci, bireysellikten öte bugünlerde çok daha fazla politik ve ekonomik boyutuyla ele alınmalı sanki. Özellikle de şu sıralar ülkemizin para biriminin içeride ve dışarıda değersizleşmesini; bizlerin elde etmek istediklerimizle uzlaşamayacak kadar derin farklar oluşturmasını bireysel psikodinamiklerimizle ele almak yeterli olmayacaktır. Hatırlatmak gerekirse Marx’a göre “altını” değerli kılan, insan emeğini içermesiydi. Oysa bugünkü durumumuza baktığımızda “altın” kendi başına çok çok değerlenirken ona karşı sürekli olarak “insan emeği” karşılığını anlamsız ve değersiz bir yere yerleştiriyor. Paranın perdesinin arkasında çabanın, emeğin, bilimin, sanatın sürekli düşen değeri saklanırken, göstergeler kendi inkârından beslenen bir sistemi bizlere açıkça gösteriyor. Tabii gözlerinizi kapatıp görmek istemezseniz, bunları göremeyebilirsiniz. Görüp kendinize bir alan açmaya çalışırsanız da “göç” etmenin bir kendilik yatırımı olduğuna karar verebilirsiniz. Peki bu bağlamda sembolik olarak paranın göç üzerindeki anlamı nedir?

Paranın göç üzerindeki sembolik anlamı

Bu ekonomik hareketlilik üzerine son günlerde hepimiz göç üzerine daha çok konuşur ve daha çok düşünür olduk, evet. Çünkü insanın emeğinin, zihnindeki maddi karşılığa dönüşememesi sonucunda elde etmek istediklerine kavuşamaması ve devamlı gerilemesi oldukça zor ve karmaşık bir hal aldı. Bu durum da uzun bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Dolayısıyla kaldığı yere benzemek istemeyen vatandaşlarımız, zihinlerinde bir kara sevda olarak döndürüp durduğu “göçü” daha hızlı bir şekilde eyleme geçirmeye başladı. Bu koşullarda, bu hızlı göç hareketi gayet de beklenen bir durum olsa da kapsayıcı olamayan sistemimiz, bu kara sevda göçlerini “kolaycılık”, “kaçma”, “vatanı sevmeme” olarak ele alarak ortada duran kocaman gerçeğe hızlıca sırtını dönüverdi. Göçmen olmayı da kolay bir mesele haline getirdiler böylece. Peki gerçekten de göç etmek kolay mı? Yani göçmen olmak “dil” bilsek de sanıldığı kadar kolay bir şey mi? Kolaycılık olacak kadar “kolay” bir durum mu? Literatürce ve bence pek de öyle değil. Salman Akhtar’ın “Göç ve Kimlik” isimli kitabı, tam da bu meselelerin ruhsallığa etkilerini ele almamız açısından muazzam bir kaynak sağlıyor bizlere. Akhtar (2018), göçü bireyin kimliğinde önemli ve uzun soluklu etkileri olan karmaşık bir psikososyal süreç olarak ele alır. İnsanın yaşadığı yeri, ülkesini terk etmesini derin kayıpları da beraberinde getirdiğinden, alıştığı yiyeceklerden, müziklerden, sosyal geleneklerden, dilinden vazgeçmesi gerektiğinden aslında bu sürecin doğasında kayıpların olmasından dolayı bir yas süreci olduğu üzerinde durur. Ki göçmek kelimesinin bir anlamı da öbür dünyaya gitmek (göç etmek) yani ölmek demektir. Bu da yasın başlaması demektir. Öyleyse göçün içinde ayrılık var, yas var ve travma var. Daha iyi bir yaşam için ya da ekonomik nedenler yüzünden giden bir göçmenin, hazırlığı dahi olsa da içinde bulunduğu toplumun dünyasını geride bırakacak olması başlı başına bir hüzün, bir keder. Yeni bir dünyanın varlığı ile bağdaşmak durumunda kalınması, var olduğu yerin dilini, peynirini, manavını, vapurunu kaybetmesi ise hiç de kolaycılık değil. Her defasında bu “kolaycılık değerlendirmesi”, yüzeyde, gerçek dışı bir değerlendirme olarak kalıyor zihnimde. Sistem, kendini yetiştirmiş, çalışkan, sorumluluk sahibi insanların ülkemize çok pahalıya mal olduğunu düşünürken, bunun insanları nasıl optimal kırılmalarla deprese ettiğini sanırım sürekli ıskalıyor. Iskalanan bireylerin kendilerine yeni bir yol, yeni bir ev ve yeni bir kucak araması; yaşamda kalmak için manevi ve maddi ihtiyaçlarının karşılanmasını beklemekten başka bir şey değil halbuki. Hazine’nin para ile kurduğu ilişki vatandaşlarını alt ediyorsa ve kendi finansal güveni ön plandaysa, vatandaşların gelmeyecek geleceğe borç bırakması sanırım pek de mantıklı değil. Yatırımımızdan en iyi şekilde yararlanmak her birimizin bireysel görevi diye düşünüyorum. Bu yararlı yatırım bazen de göçtür belki de… Ama bir kolaycılık, bir kaçma ve vatanını sevmeme durumu asla değildir bu şartlar altında…

Kaynakça:
Salman Akhtar (2018). Göç ve Kimlik, Kargaşa, Sağaltım ve Dönüşüm. İstanbul: Sfenks Kitap