Önce tatil.. Derken İstanbul’a dönüş telaşı.. Ardından, 39.5 ateşle beni sözcüğün tam anlamıyla yatağa yapıştıran bir hastalık.. Bir virüs şeysi! Falan!
Nihayet kendimi biraz toparlayıp sayfama, köşeme döndüm.
Nereden başlayacağımı, ne yazacağımı bilemeden!

Acaba Soçi Zirvesi sonrası medyamızın halini mi yazsam.. Örneğin, Ertuğrul Özkök’ün; İdlib konusundaki mutabakatı “Rusya memnun, Esad memnun” diye anlattıktan sonra, yazıyı “Kabul edelim ki bu Erdoğan için büyük bir diplomatik başarıdır” diye bağlamasından mı söz etsem.. “Acaba ne yazdığının farkında mıydı” diye merakımı mı dile getirsem..
Ya da, yeni havaalanı inşaatındaki eylem için yazılanlara mı değinsem.. Örneğin Fatih Altaylı’nın “Bu isyan normal değil” süper tahlilini.. Tahtakurusu dolu yataklardan şikayet eden işçiler için “Birilerinin bu İTLERİN kafasındaki bitleri ayıklayıp İÇERİ TIKMASI lazım” diyen Yeni Akit yazarının nefret söylemini mi ele alsam..
•••
Belki de Cumhuriyet’te olan bitenden söz etmemi bekliyorsunuz.
Doğru! Medya mahallesinin en önemli, en çarpıcı gelişmesi, bu!
Ama konuya, züccaciye dükkanını yerle yeksan etmeden nasıl dalacağımı bilmiyorum. Gidenlerin önemli bölümü, çok sevdiğim arkadaşlarım, meslektaşlarım.. Gelenler arasında da yine çok sevdiğim arkadaşlarım, meslektaşlarım var..
Diyelim ki meseleyi “kişisel” olmaktan çıkardık. Neresinden ele alıp nasıl bakabiliriz. Bilmiyorum. Hadi deneyelim:

- Öncelikle; Cumhuriyet Gazetesi’ne, (kusura bakmasınlar ama) tıpkı Cumhuriyet Halk Partisi gibi (bence aşırı) bir önem atfediliyor. 9 ay kadar kısa bir süre çalışabildiğim Cumhuriyet’te, bu “ruha” sayısız örnekle tanık oldum. Askeri, siyasetçisi, bürokratı ve elbette gazete çalışanları için Cumhuriyet hep, bir gazete olmanın çok ötesinde anlamlar taşıyordu. Gazete, ülkenin egemen ideolojisinin simgesi gibi, kaç satarsa satsın “etkisini” koruyordu.

- Oysa, 2000’li yıllar ve o altüst oluş sürecinde bildiğimiz her paradigma değişirken Cumhuriyet’in etkilenmemesi söz konusu değildi. Nitekim, gazete o değişim rüzgarlarında “cereyanda” kaldı.

- Ergenekon sürecinde, başta İlhan Selçuk’un başına gelenler olmak üzere gazetenin uğradığı korkunç baskı..

- Daha sonra da adı doğrudan CUMHURİYET DAVASI olarak konan, kaç meslektaşımızı Silivri’ye gönderen malum süreç..

- İki ayrı süreçte de, cezaevine gönderilenler iktidarın / otoriter yönetimin mağduruydu. Evet, ideolojik anlamda aralarında ciddi farklar vardı belki.. Ama sonuçta, Türkiye Cumhuriyeti’ni yok etmeden rahat edemeyeceğini bildiğimiz bir iktidarın, Cumhuriyet Gazetesi’ni de yok etmek istediği açıktı. Bunu da önce FETÖ kumpası, ardından karşı kumpasla ve iki tarafı birbirine düşürerek gerçekleştirmeye çalıştı.

- İKİ TARAF demişken.. Ben taraf seçmeyeceğim. Zira, kendimi ne Mustafa Balbay’ın görüşüne yakın hissediyorum.. Ne de Akın Atalay veya Can Dündar’ın.. Kaldı ki, giden ve gelenler/ kalanlar açısından da böyle net tanımlamalar söz konusu olamaz. Örneğin Çiğdem Toker’i “liberaller” cephesinde mi sayacağım yani! Ya da “yetmez ama evetçi” olduğunu mu düşüneceğim! Güray Öz’ü, Marksist dünya görüşünü görmezden gelip “o tarafa” mı yazacağım! Karşı taraf için de aynı şey geçerli elbette. Mustafa Balbay ve gazetenin eski / yeni kalemlerine bakıp da “Cumhuriyet şimdi AKP’ye yanaşır” diyene “yuh” çekmemek zor doğrusu!

- Ne var ki.. Bir not düşmeden geçmemek gerekiyor. Medyanın “ele geçiremedikleri” kısmında (elbette tümüyle ideolojik / politik yaklaşım nedeniyle) zaman zaman “milliyetçi hassasiyet” depreşiveriyor. Sözcü’den FOX Haber’e.. Haberciliklerini, muhalif yaklaşımlarını bilip takdir ettiğim pek çok medya organı.. Konu özellikle Suriye savaşına ve oradaki gelişmelere geldiğinde “milletin / devletin bekası” sloganı altında buluşuyor.

- Son örneğini, Reyhanlı katliamının planlayıcısı diye takdim edilen Yusuf Nazik vakasında gördük. Nasıl olduysa, MİT Suriye Muhaberatı ve Rus ajanlarının cirit attığı Lazkiye’de, üstelik tutulduğu güvenli evde Nazik’i yakalamış, paketleyip Türkiye’ye getirmişti. Bu “haberin” ertesi günü medyaya özellikle bu konu çerçevesinde baktım. Okuduklarım sürpriz olmadı. Pek az gazete ve köşe yazarı dışında kimse “haber”deki tuhaflıkları sorgulamamıştı. MİT’in pazarladığı hikaye olduğu gibi yazılmıştı. Mustafa Balbay da konuyu, Cumhuriyet’in genlerine işlemiş “devletçi hassasiyet” ile yazmış, apaçık soruları ıskalamıştı.

- Elbette tek bir örnek üzerinden.. Dahası tek bir isim üzerinden sonuca varmak doğru olmaz. Ancak yakın geçmişte Nuray Mert’ten Ahmet İnsel’e pek çok isim hakkında yazmış, “itiraz” hakkını kullanmış bir gazeteci olarak.. Bugün de yazma hakkımı kullanmak ve en azından bu notu düşmek istedim.

-Keşke Cumhuriyet gazetesi, kumpas davalarıyla sarsılmasaydı. Daha önemlisi, keşke o son davada tanık olduğumuz gibi gazeteciler ikiye bölünmemiş olsaydı. O acılar yaşanmasaydı. Kendi adıma değişiklikler için “kendi bilecekleri iş” der geçerdim. Ne yazık ki öyle olmadı. İktidarın üzerinden silindirle geçtiği medyada bir de böyle üzücü bir sayfa yazıldı. Umarım yeni sayfalar olmaz. Zaten bir avuç kalmış gerçek gazeteciler birbirini kırıp geçirmez.

- Sevgili Yazgülü Aldoğan, ilk yazısında Cumhuriyet’i şöyle tanımlamış: “Özgür ve bağımsız medyayı ayakta tutma, okurla gazeteyi tekrar barıştırma, güven duymasını sağlama görevi, nihayet söylemek istediğini satır aralarında kamufle etmeden yazabilme yeri!”

- Özellikle son yıllarda Doğan medyasında yaşadıklarına yakından tanık olduğum için Yazgülü’nün “satır aralarında kamufle etmek” ile neyi kastettiğini çok iyi anladım. Bense, bu yazıda galiba tam da bunu yaptım. Neden mi! Paramparça olduk. Belki el ele verirsek yok olmaktan kurtulabiliriz.