BATUHAN SARICAN Yer: Betaviyyin, Bağdat, saat: 7.00… Tayeran Meydanı’nda büyük bir patlama yaşanıyor. Bölgede yaşanan en büyük patlama. Her şey bir anda olup bitiyor. Parçalanmış cesetler dört bir yanda. Bağdat; devletsiz ve dolayısıyla kanunsuz bir yer, kaosun hüküm sürdüğü bir yok oluş diyarı artık. Bir yanda Irak Ulusal Muhafızları ile Amerikan Ordusu, diğer yanda Sünni, […]

Paramparça bedenler ve ruhlar: Bağdat

BATUHAN SARICAN

Yer: Betaviyyin, Bağdat, saat: 7.00…

Tayeran Meydanı’nda büyük bir patlama yaşanıyor. Bölgede yaşanan en büyük patlama. Her şey bir anda olup bitiyor. Parçalanmış cesetler dört bir yanda. Bağdat; devletsiz ve dolayısıyla kanunsuz bir yer, kaosun hüküm sürdüğü bir yok oluş diyarı artık. Bir yanda Irak Ulusal Muhafızları ile Amerikan Ordusu, diğer yanda Sünni, öbür tarafta ise Şii milis güçleri; filler tepişiyor olan çimlere oluyor. Suç cangılına dönen ülkede gidişat uygun adım çöküş. Sadece topla tüfekle değil, efsaneler, cinler ve büyülerle de savaş var. Çeteler terör estiriyor, insanlar kaçırılıyor, cinayet ve nedensiz şiddet kol geziyor: “İşte burada yaşanıyor. İşte burada son nefesler veriliyor.”

AYNI KORKUYLA ÖLÜYORUZ

Yaşanan trajedinin tek nedeni var, korku: “Toplum olarak her gün aynı korkuyla ölüp duruyoruz. El Kaide’ye destek veren gruplar da diğer gruplardan korktukları için öyle davranıyorlar. Çünkü diğer grup kendini El Kaide’den korumak için silahlı milis gücü oluşturmuş. Başkalarından korkanlar bir ölüm makinesini tedavüle sokmuşlar. Bu korku yüzünden biz daha çok ölümler göreceğiz.” (s.133) Korkunun neden olduğu şiddet, kaçınılmaz sonu getiriyor: Bağdat sakinlerini terk ediyor, sonra da sakinleri onu.

Yazar Ahmed Saadavi, “Frankenstein Bağdat’ta” isimli eseriyle bize, Irak’ın savaş sonrası kaotik atmosferini yaşatıyor. Kadim şehir Bağdat’ta iç içe geçen kültürlerin uğradığı tahribat; Yahudi, Hıristiyan ve İslam mimarisinin uğradığı yıkımda karşılığını buluyor. Harabeye dönen evler, insanların ruhunda açılan gedikler adeta. ABD işgali sonrası Bağdat’ta yaşanan yıkımın sadece fiziksel değil psikolojik yansımalarını da okuyoruz. Burada yazarın bilişsel ögeleri postmodernist üsluba eklemlediği söylenebilir. Yine de Saadavi’nin romandaki dilini tanımlamak için bu açıklama yeterli olmayacaktır. Irak Savaşı sonrası yaşanan travmayı romanına başarıyla yansıtan Saadavi, özgünlüğünü; postmodernist anlatı teamüllerini, sözlü halk anlatıları ve tarihsel ögelerle ilişkilendirerek sağlıyor. World Without Borders’tan Eric M.B. Becker’e verdiği söyleşide 1001 Gece Masalları’nın kalemini etkilediğini ifade eden Iraklı yazar, Arap anlatı geleneğine hem sanatsal hem de tarihi biçimiyle güçlü bağları olduğunun altını çiziyor. Bu bağların yarattığı özgüllüğü, eseri okuduğumuzda da fark ediyoruz.

Eserde söz konusu sözlü anlatı geleneklerine bir selam duruşu var. Bu geleneğe sahip diğer kültürlerde olduğu gibi Bağdat’ta da insanlar bir hikâye anlatıcısının etrafında toplanıp ‘uydurma’ hikâyelere kulak veriyorlar. Hikâyenin çıkış noktası da bu anlatım geleneğine çok şey borçlu; bu romanı var eden insanlar hikâyeleri seviyor. Zira günlük rutinlerinden kaçmak ve başka dünyalara açılmak istiyorlar. Romanın kritik karakterlerinden eskici Hadi’nin anlattığı/yarattığı ‘Frankenstein’ hikâyesi de onları kanlı gerçeklikten alarak ölümle uyku arasındaki bir yere çekiyor.

RUHUNU KAOSTAN ALIYOR

Burada Hadi isimli karakterden biraz daha bahsetmek gerekir. Kendisi için ‘Bağdatlı Frankenstein’ın yaratıcısı diyebiliriz. Patlama sonrasında sokaklara saçılan ceset parçalarını evde tamamlaması/dikmesiyle hikâyenin rengi değişiyor. Farklı ceset kalıntılarından bir araya getirilmiş olan bu hayali yaratık, patlama sırasında paramparça olan otel güvenlik görevlisinin ruhuyla bir araya geliyor. Etini kemikten ruhunu kaostan alan bir karakter; romandaki ismiyle, İsmi Nedir.

Suçlu-mağdur kavramlarının muğlaklaştığı ve iç içe geçtiği Bağdat’ta bir Frankenstein (İsmi Nedir) dolaşmaya başlıyor. Betaviyyin’de boğularak öldürülen dört dilenci vakasıyla birlikte İsmi Nedir’in hikâyesi, okuru iyiden iyiye tedirgin etmeye başlıyor. Bunu çözmek de bir gazeteciye, Mahmud Sevadi’ye düşüyor. Sevadi’nin Hakikat dergisi için ‘Irak Sokaklarından Efsaneler’ başlığıyla hazırladığı makale, yayın yönetmeni tarafından “Frankenstein Bağdat’ta” olarak değiştiriliyor. Kitap da ismini bu makaleden alıyor zaten.

Eserde uzun uzun anlatılması gereken -ancak bizim kısaca değineceğimiz- bir diğer karakter ise İlişva. Tüm bu hengâmenin ortasındaki yaşlı, ulu -kimine göre deli- bir kadın İlişva. Meydandaki patlamayla örtüşmeyecek kadar sessiz ve kendi halinde. Sessizliğinin sebebi, yıllar önce savaşta kaybettiği oğlunun anısını yaşatmaya çalışması. Acılı anne, oğlunun bir gün eve döneceğinin umuduyla her gün, misafir odasının kanepesinde oturup duvardaki Aziz Gurgis’in sessiz ve cansız ama yumuşak hatlı güzel suretinin tasviriyle sohbet ediyor. Aziz her seferinde, ona oğlunun geri döneceğini müjdeliyor ama bunun ne zaman olacağını kimsenin bilemeyeceğini söylüyor. Ve bir gün İlişva, sokaktaki Frankenstein’ın suretinde oğlu Danyal’i görüyor: “Oğlum döndü!” Burada anlıyoruz ki aslında bu hikâyedeki her bir karakter, Bağdatlı Frankenstein’da kendisinden bir parça taşıyor/buluyor.

ÖÇ ALMA YARATIĞI

Bu haliyle, Bağdat’ın kayıp ruhunu yansıtan hayali karakter Frankenstein, aslında Irak halkının ta kendisi; patlamada hayatını kaybedenlerin beden parçalarından ve ruhundan mürekkep bir ‘öç alma yaratığı’ diyebiliriz. Öyle bir yaratık ki bu, bedenini oluşturan ceset parçaları, sahiplerinin intikamı alınmamışsa kendiliğinden kopup düşüyor. Hal böyle olunca da öldürmeyi planladığı insanların uzun listesi, bir türlü azalmıyor. Frankenstein, vücuda gelmiş olmasının suçlusunu, Bağdat’ın darmadağın sokaklarında çatıdan çatıya atlayarak arıyor. Hikâyesi, akış boyunca gizemini koruyan eserin okuru, tekinsiz Bağdat sokaklarında yapayalnız ve tedirgince dolaşıyor. En ufak bir seste dönüp arkasına bakarak.

Yazar, karakterlerin her birini patlamanın etrafında toplamayı, adeta bir dantel gibi işlenen olay örgüsüyle başarıyor. Tanrısal anlatımın tüm olanaklarını kullanarak okuru, patlamanın yaşandığı meydanın üzerinde ve Bağdat’ın kaotik ortamında dolaştırıp onları da olaya dahil ediyor. Akışı yan hikâyelerle besleyerek bütüne varıyor. Bu açıdan karakter zenginliği başta kafa karışıklığı yaratıyor gibi gözükse de aslında dikkatli bir okumayla (veya karakterlere yönelik kısa notlar alarak) bu karışıklığı gidermek mümkün.

Man Booker International 2018 Finalisti olan Ahmed Saadavi’nin distopik eserini; gotik, sürrealist, absürt bir masal ve hatta bilimkurgu olarak nitelendirmek mümkün. Sonuçta böylesi bir Frankenstein hikâyesini, gerçek olmayan/mümkün olmayabilecek mantıksız bir hikâye olarak nitelendirebilirsiniz. Ancak iç mantığı oldukça tutarlı; Irak’ın işgaliyle yaşanan yıkım ve geride bıraktığı paramparça hayatları ve geride bıraktığı huzursuz ruhları göz ardı edemeyiz. Parçaları eserindeki hayali karakterde toplayan Saadavi, yaşanan yıkımın sorumlularını bulup hesabı kalemiyle kesiyor. Bu açıdan, Irak’ta adaleti sağlayabilecek ‘tek kişinin’ kendisi olduğunu savunan İsmi Nedir’i, namıdiğer Frankenstein’ı yazarın ta kendisi olarak görmek çılgınlık olmasa gerek.

Frankenstein Bağdat’ta, tekdüze ve bir örnek kent anlatılarından sıkılıp özgün bir hikâye okumak isteyenler için yepyeni bir soluk ve nevi şahsına münhasır bir hayali karakter sunuyor.