Bugün özellikle taşradaki bazı belediyeler, sokak köpeklerini zehirliyor ya da bu işi kendine görev bilen pek çok sıradan yurttaş sokaklarda kedi ve köpek avına çıkıyor. Bu yüzden çöp konteynerlerinde, yol kenarlarında sokak hayvanlarının cansız bedenleriyle karşılaşıyoruz.

Paramparça sokaklar ve  köpekler…
Kış aylarında donmakla karşı karşıya kalan sokak hayvanlarının yardımına yine yurttaş koşmuştu. (Fotoğraf: DepoPhotos)

Can Serhat Halis

Günümüz Türkiye’sinde toplumsal bir fenomene dair yürüyen tartışmalarda; bilimsel olmayan, tamamen duygusal kodlarla işleyen, baskın iki yaklaşım göze batıyor.

İlki; dini referanslara dayanan, muhafazakar bir örüntüye sahip olan klasik feodal yaklaşım. Bu yaklaşım Ortaçağ doğruluk ölçütlerini referans alıyor ve oldukça primitif bir yerden meselelere bakıyor. Önermeleri mevcut değer yargılarıyla uyuşmuyor. Günümüz Türkiye’sine 17. yüzyılın İsfahan’ından bakıyor adeta.


İkincisi ise; neoliberal, kimlikçi ve riyakar bir hümanizmle mayalanmış olan, Batı merkezli postmodern yaklaşım. Bu yaklaşım adeta Benelüks ülkelerinin gündemiyle hemhal bir çerçeveye sahip. Bu ise kaçınılmaz olarak ülke sorunlarına ve gündemine aşırı yabancı bir elitizme kapı aralıyor. Bağcılar’a, Amsterdam gündemini dayatan bir akıl bu.

‘Sokak hayvanları meselesi’ de Türkiye’de bu iki kutbun baskı kıskaçları arasındaki bir tartışmaya kurban edilmiş halde. Bir tarafta meseleye ortaçağın doğruluk ölçütleriyle bakan taşralı “hayvan düşmanları”, diğer tarafta ülkedeki tüm meseleleri Edinburg’dan okuyan sol liberallerin rasyonel olmayan “hayvanseverliği” var.

Burada kliklerden birinin tezlerini doğru bulmadığınızda, karşı tarafın parçası sayılıyorsunuz ve söylediğiniz her şey, diğer tarafın argüman cephaneliğine istifleniyor.

‘Hayvan sosyolojisi’

Görece gelişkin memeli hayvan türlerinin hemen hepsinde “insansı” duygular ve davranış biçimlerine rastlanır. Bu bağlamda bu türlerde gözlemlenir bir psikolojiden ve hatta “sosyolojiden” bahsedilebilir. Bu türden hayvanlarla zaman geçirmiş hemen herkes basit bir gözlemle, bu hayvanların da neşelendiğini, heyecanlandığını, üzüldüğünü, korktuğunu, ağladığını, hatta kıskandığını görecektir.

Özellikle insanlarla birlikte yaşayan hayvan türlerinin, toplumsal yapının karakterine bağlı olarak şekillenen duygulara ve davranış örüntülerine sahip olduğu söylenebilir.

Örneğin şiddetin gündelik hayatın bir parçası olduğu toplumlarda, insanlarla birlikte yaşayan hayvanların daha ürkek ve agresif olduğu görülüyor. Çünkü buralarda insan tarafından hayvanlara uygulanan şiddet, bu hayvanların ürkekleşmesine, agresifleşmesine veya saldırganlaşmasına neden oluyor.

Agresif, şiddete eğilimli toplumlarda, sokak hayvanları da toplumun karakterine benzer bir ahval içine giriyor. Dolayısıyla “sokak hayvanları sorununa” dair yapılacak herhangi bir genelleme ya da önerme, aynı zamanda bu meselenin hangi coğrafyada olduğuna bakılarak yapılmalı.

Hayvan düşmanları

Bu yazının ilk cümlesinde bahsedilen yaklaşımlardan birincisi, hayvanlara eski dünyanın perspektifinden, oldukça ilkel bir yerden bakıyor. Bu akıl, sokak köpekleri meselesinde çözümün, onları katletmekten, zehirlemekten geçtiğini düşünüyor. Bunu pratiğe de geçiriyorlar.

Bugün özellikle taşradaki bazı belediyeler, sokak köpeklerini zehirliyor ya da bu işi kendine görev bilen pek çok sıradan yurttaş sokaklarda kedi ve köpek avına çıkıyor. Bu yüzden çöp konteynerlerinde, yol kenarlarında sokak hayvanlarının cansız bedenleriyle karşılaşıyoruz.

Tam da bu noktada işimizi zorlaştıran başka bir şey beliriyor: “Ülkede bir sokak hayvanı problemi var” dediğimizde, bu güruh hemen katliam yapmak için kendince meşru bir zemin bulmuş oluyor. Abartılı ve ilkel öfkeleri daha bir kabarıyor. Adeta bu konuya dair söylenen her şey, hayvanları katletmek için hazırda bekleyen bu grubu kamçılıyor. Üstelik sosyal medyadan yayılan pek çok yalan haber, hızla şehir efsanesine dönerek, bu güruhun hayvan düşmanlığını pekiştiriyor.

Ne acı ki, bu meselelerde bir yandan da, böylesi tehlikeli ve saldırgan bir topluma, temel insani değerleri anlatmaya, kendileri dışında başka canların da yaşam hakkı olduğunu öğretmeye çalışıyoruz.

Neoliberal beyazımtraklar

Türkiye’de sol adına laf söyleme; “postmodern beyazlar” ve onlara öykünen bir avuç “beyazımtırak sol liberalin” tekeline girmiş durumda.“Sol” bu meselelerde; Cihangir’in, Moda’nın kulelerinden yükselen neoliberal sese teslim olmuş halde.

Bu beyazlar; “göçmen erkekler”, “uyuşturucu ve çeteleşme”, “sokak hayvanları” gibi mefhumlar ile kendilerine ait elit gettolarda karşılaşmadıkları, bunların olumsuz sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalmadıkları için; bu konularda İskandinav liberalleriyle aynı anlamsız tavrı sergiliyorlar.
Elbette korunaklı muhitlerinde, rahat yaşam alanlarında; Suriye’de kafa kesip Türkiye’ye girmiş bir cihatçıyla hiçbir zaman aynı sokakta, aynı binada yaşamayacak; kendi çocukları cihat eğitimi almış başka çocuklarla lisede aynı sıraları paylaşmayacak olan “münevverlerin”, bu meselelerde vicdan mastürbasyonu aromalı hoyrat açıklamaları can sıkıcı.

Liberal beyazların hayvanseverliği ve hayvanların sınıfsallığı

Türkiye’nin esaslı sorularıyla yüzleşmeyen, onlarla hiçbir zaman aynı havayı solumayan, yaşadıkları korunaklı alanlardan ahkam kesen liberal beyazlar, ülkedeki (yaklaşık) yedi milyon sokak köpeğini, kendi evlerindeki köpekler gibi sanıyor olmalılar. İyi beslenmiş, sağlıklı, aşıları yapılmış, kuaföre ve rutin aralıklarla sağlık kontrolüne götürülen mutlu köpekler ile ülkenin sokaklarında aç ve perişan halde dolaşan sokak köpekleri karşılaştırılamaz.

Bağcılar’daki “sokak köpeğiyle” Cihangir’deki “ev köpeği” aynı şey değil. Hatta Şefaatli sokaklarındaki köpekle Moda sokaklarındaki köpek de aynı şey değil. Çünkü sokaklar aynı değil. Sınıfsal ve kültürel olarak parçalanmış bu sokaklarda, hayvanların yaşamı ve onlara yaklaşım da parçalı ve farklı.
Sokakta horlanan, üşüyen, şiddete uğrayan, aç, susuz, sağlıksız, hayatta kalmak için sürekli tetikte olmak zorunda olan; ürkmüş, agresifleşmiş ve yaşam uzunlukları yarıya düşmüş köpeklerin varlığı göz ardı edilemez. Paramparça sokaklarda, köpekler paramparça hayatlar yaşıyor…
Böyle bir sorun yokmuş gibi davranılamaz. Bu, hem köpeklerin, hem de insanların sağlığı için büyük tehlike doğuruyor.

Üstelik bu yok sayma, hayvanların sokaklarda yaşamasını da meşrulaştıran bir şeye hizmet ediyor. Oysa kent sokakları hayvanlar için uygun yaşam alanları değil. Bunu dillendirmeyen her yaklaşım kaçınılmaz olarak bu meselede sokak köpeklerinin mezalime uğramasına da çanak tutuyor.
İşin korkunç yanı ise, Lüksemburg’dan bakıp “Türkiye’de köpek sorunu yoktur saldırgan insan sorunu vardır” diyen liberallerin önermelerine karşı çıktığınızda; bu, köpek öldürmek için elinde silahla bekleyen, ilkel insanların harekete geçmesi için uygun bir zemine dönüşüyor.

Canlıların çıkarları ortaktır

Yedi milyon sokak köpeği potansiyel bir sağlık riski demektir. “Türkiye’de sokak hayvanları sorunu yoktur” demek; hem bu yedi milyon köpeğin sağlıklı ve mutlu yaşam hakkını gasp etmektir, hem de insan sağlığını riske atmaktır. Hayatın maddi gerçeğini atlayan bu yaklaşım, kaçınılmaz olarak bu alanda daha ilkel bir yerden meseleye bakan karşıtlarının ekmeğine yağ sürüyor.

Oysa insanların ve hayvanların çıkarları ortaklaştırılabilir. Bunun için hayvanlar ile insanların ortak çıkarlarını gözeten bilimsel bir yaklaşım geliştirilebilir.

Bunu başarmanın yolu ilk elden; planlı, sağlıklı ve düzenli bir yuvalandırma, kısırlaştırma, aşılama yapmaktan; hızlıca ve çok miktarda denetlenebilir barınak açmaktan; ülkede insanlara hayvan sevgisi aşılayacak bilgilendirici yayınlar yapmaktan; eğitimde müfredata “empati” ve “hayvan sevgisi” gibi dersler eklemekten; hayvanlara karşı işlenecek her türden suça etkili ve kalıcı cezalar vermekten; tüm yurttaşlara, biz insanların doğanın sahibi olmadığımıza, hayvanlar ve diğer canlılarla birlikte bu dünyanın paydaşları olduğumuza yönelik güçlü bir bilgi akışı sağlamaktan geçiyor.