Azgın tarikatçı işarettir ama işin özü değildir. İleri giden olursa ondan kolayca vazgeçilebilir. Asıl olan siyasetin din ile ilişkisidir. Mutlak bir egemenlik isteyenler stratejilerini Ortaçağ’dan bu yana çok da fazla değişmemiş ilkeler üzerine kurarlar. Dinci ya da dindar olabilirler ama otoritelerini tarikatlarla, cemaatlerle paylaşmak istemezler.

Parantezi kapatma hevesi

Tarihi bir kilise fetih sonrası camiye, Cumhuriyet'le birlikte müzeye dönüştürüldü. Yeniden cami ilan edildiğinde şaşırdınız mı? 350 bin kişilik pandemi tanımaz kalabalığın ön saflarında yürürken, “Artık zamanı geldi, yakında şeriat devletimizi ilan edeceğiz” diye coşan şeyhin, 12 yaşındaki bir kızı istismar ettiği ortaya çıkınca da şaşırmadınız umarım. Kendi kendime söyleniyorum. Bir zamanlar ellerinde uzun değnekleriyle sokakları dolduranlar geliyor aklıma; diyorum ki, herhalde inandıkları cennetin sonsuz sefahatine bu dünyada ulaşmak istiyorlar.

Resmettikleri cenneti, her daim bakire hurileri müritlerine pazarlarken coşan, zikrederken kendilerinden geçip ölçüyü kaçıran, kitaplarını işlerine geldiği gibi yeniden yeniden yazan şeyhlerin, müritlerini ve onların çocuklarını ve onların eşlerini kendilerine helal saydıklarını bilmiyor muyuz. İşte belgeleriyle kanıtlarıyla Timur Soykan yazdı, İsmail Saymaz yazdı, Barış Terkoğlu-Barış Pehlivan yazdı; onların daha mürekkebi kurumadan saldırdığı kızın babasına kendini Peygamber yerine koyup “sen de Ebubekir olamaz mısın, gel kapatalım şu işi” diyen şeyh tutuklanmadı mı?

Çok çocuk, şıhın şeyhin salyalı ağzından kurtulamadı; kadını erkeğe köle kılan anlayıştan güç alan kadın cinayetleri tırmanıyor. İstanbul Sözleşmesi’ne ateş püskürenler nasıl da kızgınlar. Ne oluyor peki? Cumhuriyet'in şekli şemali, ruhu, özü mü değişiyor. Bu sorunun nahif kaçtığının farkındayım; sen nerede hangi rahat yatakta geçirdin geceyi diyorsunuz belki de. Siyasilerin nutuklarını dinlemiyor musun? Adım adım nereye gidiliyor hâlâ anlamadın mı? Ayaklarının altından kayan toprağı fark etmeyen, “ehven-i şer”i kurtuluş gibi anlatan, muhtemel ortaklığı olağanüstü bir strateji gibi sunan muhalefetten yakınan sen değil misin?

Peki, ne oluyor öyleyse? Haydi, biz de modaya uyalım; raflardan indirilmiş, adını sanını sık sık duymaya başladığımız Hannah Arendt’ten bir “fikir” devşirelim. Paul Mason’ın Hannah Arendt’in Totalitarizmin Kaynakları adlı kitabından aktardığına göre Arendt, “Totaliter bir devletin ideal uyruğunun gerçek ile kurguyu, doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edemeyen insan olduğunu” iddia ediyormuş (Apaydınlık Gelecek, Yordam Kitap, sf.157). İşte o kitapta Eichmann’ın İsrail’de yargılanmasını izlerken canavara bakıp nazizmin militanlarını sıradan, doğru ile yanlışı ayırt edemeyen insanlar olarak görmüş, teorisine de “kötülüğün sıradanlığı” adını vermişti. Arendt, ayaktakımı ile üsttekilerin ittifakına dikkat çekerek “Ayaktakımının istediği, yıkım pahasına bile olsa tarihe erişmektir” demişse (Agy. sf.167), bizde de tarikat şeyhleri, şeyhlerin cahil müritleri cübbelerini savurarak, sarıklarını başlarına diledikleri gibi dolayarak tarihe, eski mutlu günlerine erişmek istemezler mi? Kötülüğün sıradan elemanları olarak cihat yolunda her şey onlar için mubahtır, ahlaksızlığı kitaba uydurabilir, “Badeciliğin dinde yeri var” diye utanmadan konuşabilirler.

İŞİN ÖZÜ BAŞKADIR

Azgın tarikatçı işarettir ama işin özü değildir. İleri giden olursa ondan kolayca vazgeçilebilir. Asıl olan siyasetin din ile ilişkisidir. Mutlak bir egemenlik isteyenler stratejilerini Ortaçağ’dan bu yana çok da fazla değişmemiş ilkeler üzerine kurarlar. Dinci ya da dindar olabilirler ama otoritelerini tarikatlarla, cemaatlerle paylaşmak istemezler.

Thomas Hobbes’un belirttiği gibi biri ilahi, diğeri dünyevi “bir ve tek bir ulusta iki krallığın olması, insanların uyacakları efendinin hangisi olacağına karar verememelerine yol açar.” Egemenlik paylaşılacak bir şey değildir. Hobbes, de Cive’de “İsa’nın krala mutlak bir itaati emrettiğini” aktarır. (Deniz Zarakolu, Thomas Hobbes’un Siyaset Felsefesi, Belge Yayınları, sf. 307) İslam’da da, gerçi tefsir meşruiyet arar ama “ulu’l-emre” itaat esas değil mi? Öyleyse hazır geçmişten kalan güçlü bir kurum varken neden hizadan çıkan tarikatlarla iş görülsün ki? Son zamanlarda eli kılıçlı Diyanet’in öne çıkmasının nedeni budur. Herkes Diyanet’in emrine girecek, ulu’l-emre itaat yolundan çıkılmayacaktır.

Bu durumun kalıcılaşması alt kademelerde kolay olabilir ama yargı en üst düzeyde yeni düzene dahil edilmeden olmaz. Uzunca bir süredir iktidar içinde ve tarikatlara kadar uzanan çatışmalar nedeniyle tamamlanamamış proje tamamlanacak gibi görünüyor. Neden böyle söylüyoruz; çünkü kör kör parmağım gözüne işaretlerini görüyoruz da ondan. Ali Duran Topuz Duvar’da “Yargıtay Başkanı’nı dinliyorum gözlerim faltaşı” başlıklı yazısıyla dikkatimizi çekti. Tarihi konuşmadır.

Öncelikle “parantez aç kapat” nutuklarını andıran bir üslupla “Yabancı hukuk metinleri iktibas edilerek başarılı hukuk sistemi geliştirilemeyeceğini” söyledi Yargıtay Başkanı. Dedi ki; “Bize yakışan kolaycı bir anlayışla ithal edip tüketmek değil, her alanda olduğu gibi geniş bir açık görüşlülükle hukuk alanında da üretmek, örnek olmak ve ihraç etmektir.”

İnsan ister istemez Cumhuriyet’in ilk yıllarını anımsıyor. Ceza Kanunu nereden? İtalya’dan; Medeni Kanun nereden? İsviçre’den. “Ülkemizin güzide hukukçularına çağrım şudur, bize, yargımıza, hukukumuza artık Batıcı, anti Batıcı, ön yargılarla yaklaşmayınız. Özgün, bütün milletlere ilham olacak şekilde ve insana değer veren bir hukuk anlayışı geliştirmeye çalışınız” diye devam ediyor Başkan. Demek ki milli ve ihraç edilebilir bir hukuk arıyoruz.

MİLLİ VE YERLİ HUKUK

“Hukuk sistemimizi toplumsal dinamiklere göre (hangi toplumsal dinamikler ki bunlar?) şekillendirmekte özgür ve bağımsız bir ülkeyiz. Hukuki bağımsızlığımıza saygı duymayanlardan yargı bağımsızlığı dersi almamız mümkün değildir." Yargıtay Başkanı'nın sözlerinden anladığımız milli karakterde bir hukuk arayışı içinde olduklarıdır. Hukuk, dayandığı mülkiyet esası nedeniyle sınıfsaldır ama milli ve yerel olabilmesi mümkün görünmüyor. Çünkü hırsızlık, cinayet, yolsuzluk vb. yerel ve milli olamıyor. -hırsızın kolunu kesecekseniz şer’i olabilir kuşkusuz!- ama insan hakları, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü yerel ve milli olamıyor. Siyasetle evrensel hukuk çatıştığında yargıçların siyaseti değil evrensel ilkeleri tercih etmelerinin, -keşke etseler- gerekçesi budur.

Durup düşünelim mi biraz? Yargının bağımsızlığı herhangi bir güçten uzak durmak, o güç ya da güçler tarafından yönlendirilememek demektir. Özellikle siyasetin etkisinden uzak durmaktır, yürütmeyle içli dışlı olmamaktır, adli yıl açılış toplantılarını yürütmenin mekanında yapmamaktır. Ama evrensel hukuk ilkelerinden bağımsız olmak değildir, tam tersine onlara sıkı sıkı bağlı olmaktır. Bu ilkelerden kopan, bağımlılığın kara kuyusuna düşer.

Demek ki efendim her geçen gün kuvvetler birliğini biraz daha pekiştiriyoruz. Yargıtay Başkanı, “Devletin hukuk sistemi ile milletin değerleri arasındaki uyumsuzluğa” dikkat çekiyor; “devletin politikaları ile milletin ihtiyaç ve beklentileri uyumsuzdu ve bu da direnç ve itirazla karşılaşmıştı” diyor. “Toplumun tüm haklı beklentilerini karşılayan yeni bir devlet felsefesi” istiyor sayın Başkan.

Vehmettiğiniz uyumsuzluğu çözün, bakalım nasıl bir devlet felsefesi çıkacak karşınıza.

***

Böylece yapbozun eksik parçası yerine oturuyor. İş tamamdır; kılıçlı Diyanet, disiplin içinde dini yönetirken, yoldan çıkan tarikat meczupları hizaya girecek, yargı iktibas olmayan yasalarla toplumun haklı beklentilerini karşılayacak, devlet Hobbes’un Ortaçağ koşulları için pek güzel resmettiği çerçevede yenilenecektir.

Sorun çıkarsa mı? Çıkmaz! Çıkarsa kitaplığın bir köşesinde uyuklayan “İstisnacı bay Schmitt” var; hem olağanüstü hallerde dostu- düşmanı ayıracak kahverengi üniformalılar ne güne duruyor ki?